15 Şubat 2017 Çarşamba

TAVISTOCK İNSAN İLİŞKİLERİ ENSTİTÜSÜ (Tavistock Institute of Human Relations) :

TAVISTOCK İNSAN İLİŞKİLERİ ENSTİTÜSÜ (Tavistock Institute of Human Relations) :

Bugün dünyayı yöneten "masonik-siyonist-satanist-şamanist-paganist" seçkinlerin ÇATI ÖRGÜTÜ, dünya hâkimiyetinin "üst tasarım"ının ve tatbik metodlarının müellifi, TELEGRAM`ın mucidi, "zihin kontrolü-psikolojik savaş-davranış bilimleri" teorisyeni TAVISTOCK teşkilâtını, araştırmacı -yazar Aytunç Altındal  “dünya hâkimi teşkilâttır!” şeklinde ifade etmiştir.
Tavistock Enstitüsü , Bedford Dükü Tavistock`un Londra`daki binalarından birinde 1. Dünya Savaşı`ndan kurtulan İngiliz askerlerinin savaş şoklarını araştırmak amacıyla 1921`de Londra`da kurulmuştur. Enstitünün başkanlığını İngiliz Ordusu Psikolojik Savaş Bürosu Başkanı Sir John Rawlings-Reese üstlenmiştir. Enstitü ve gerçek çalışmaları; ABD`nin en iyi korunan sırrı olmaya devam etmektedir.

I. ve II. Dünya Savaşı yıllarında Psikolojik Savaş Örgütü olarak çalışan Tavistock Grubu, Rockefeller Vakfı`nın yaptığı büyük bağışlarla 1946 yılında görev alanı genişletilerek yeniden yapılandırılmıştır. Rockefeller, Tavistock`a daha geniş çaplı psikolojik savaş araştırmaları yapma ve uygulama görevleri vermiştir.

Enstitü çalışmalarının ilham kaynağı o dönemde Londra`ya gelerek Prenses Bonapart`ın verdiği bir malikâneye yerleşen Sigmund Freud`un davranış bilimi doğrultusunda İNSAN DAVRANIŞLARININ KONTROLÜ konusundaki çalışmaları olmuştur. Enstitü bu ideolojinin dünyadaki merkezi olması amacıyla kurulmuştur.

Enstitü bugün, Sussex Üniversitesi`nden, Stanford Araştırma Enstitüsü, Esalen, Massachusetts Institute of Technology (MIT), Hudson Enstitüsü, Herigate Vakfı, Georgetown Stratejik ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi (CSIS), ABD Dışişleri kadrolarının eğitildiği Hava Kuvvetleri İstihbaratı, Rand ve Mitre Corparation Şirketler kadrolarının doktrinasyonu, The Mont Pelerin Society, Trilateral Komisyon, Ditchley Vakfı, Roma Kulübü gibi gizli gruplara kadar uzanan bir ilişkiler ağı geliştirmiştir.

Tavistock, Kore Savaşı`nda ilk defa denenen kitlesel BEYİN YIKAMA TEKNİKLERİNİ GELİŞTİRMİŞTİR.

Geliştirilen “kalabalıkların kontrol metotları”, gizli ve halkın tepkisini çekmeyecek şekilde Amerikan halkı üzerinde denenmiş ve onların psikolojik tavırları tespit edilmiştir.

1933`te Tavistock Direktörlüğüne getirilen Alman mülteci Kurt Lewin, mülteci ajanlarını düşmanlar arasına sızdırarak Harvard Üniversitesi`nde geliştirilen propaganda kampanyaları ile Amerikan halkını ABD`nin Almanya`ya karşı savaşa girmesi için hazırlamaya çalışmıştır.

1938`de Roosevelt, ABD egemenliğini İngiltere`ye devreden bir gizli anlaşma karşılığı, Özel Operasyon Yetkilileri`nin ABD politikalarını uygulamalarını sağladı. Bu anlaşmanın uygulanması için ABD General William Donovan`ı SOE-SIS (SOE: Special Operation Executives; Özel Operasyon Örgütü, SIS: Strategic Intelligence Services; Stratejik İstihbarat Bürosu, OSS: Office of Strategic Services; Stratejik Hizmetler Bürosu) örgütlerini OSS`ye (şimdiki CIA`ya) dönüştürmesi için Londra`ya gönderdi.

Tüm OSS ve CIA programları Tavistock`un rehberliğinde oluşturuldu.

Roosevelt ve Churchill`in hava saldırılarının tümü, Tavistock laboratuar şartlarında kitlesel terörden elde edilen deneyimlere göre gerçekleştirildi.

Tavistock ve ABD vakıflarının tüm teknikleri bir tek hedefe kilitlendirildi. Halkın psikolojik gücünü kırmak ve Dünya Düzeni diktatörlerine çaresiz kalarak muhalefet etmemesi, aile bağını zayıflatan, aile, din, onur, milliyetçilik, seksüel davranışları çökerten tüm teknikler Tavistock bilim adamlarınca kalabalıkların kontrolü için kullanılan silahlar oldu.

Freud`un psikoterapi metotları uygulananların karakterleri istikrarsızlaştırıldı ve daimi akıl hastalığına dönüştürüldü. Bu duruma getirilenlerden, yeni bir ibadet, seks biçimi ve ailevî ilişkiler benimsemesi önerildi. Hâlbuki bunlar gördükleri psikoterapi nedeniyle bu yeteneklerinden koparılmışlardı. Artık onlar geriye dönüş yapamazlardı.

Tavistock ve bağlantılılarında davranış bilimleri konusundaki programlar Tavistock`u ABD`de en etkili kuruluş yapmıştır.

Gücü meteorik olarak parlayan genç Alman mülteci Henry Kissinger, Sir John Rawlings-Reese`ın SHAEF`de öğrencisi olmuştur.

Jimmy Carter, Tavistock psikolojisti Dr. Petr Bourn`un yoğun beyin-yıkama programını Annapolis`te Amiral Hyman Rickover`ın uygulaması sonucu ABD Başkanı seçilmiştir.

ABD`deki zorunlu ırksal entegrasyon programı, OSS, Amerikan Yahudi Kongresi ve Toplumlararası İlişkiler Komitesi Çocuk Eğitimi Direktörü arasında Ronald Lippert`ın organizasyonunda gerçekleştirilmiştir.

Program, kişilerin kimlik ve ırksal mensubiyetinin çökertilmesine göre dizayn edilmiştir.

Tavistock, Stanford Araştırma Enstitüsü aracılığıyla Ulusal Eğitim Örgütü`nü kontrol etmektedir.

Tavistock NASA`nın Uzay Programı`nı çok gizli hâle getirerek çöpe attığını Dr. Anatol Rapport`a yazdırarak ve bu makalenin Sovyet yöneticilerince benimsenmesini sağlatarak Sovyet Uzay Programı`nın 9 yıl gecikmesini sağlamıştır.

Tavistock`un ünlü operasyonlarından biri de Penisilvanya Üniversitesi Wharton Finans ve Ticaret Okulu üzerinden yapılanıdır.

Tavistock stratejicilerinden birinin uyuşturucu haplar kullanılması olduğu ve CIA`nın MK [zihin kontrolü] Ultra Programı kapsamında şüphelenilen CIA ajanlarının deşifre edilmesi için LSD verildiği, kobay olarak kullanılan ajanların reaksiyonlarının incelendiği yazılmıştır.

ABD hükümetinin mağdur ajanların mağdur ailelerine milyonlarca dolar ödediği ve bunların cezalandırılmadıkları yayılmıştı. Hâlbuki bunun amacı uyuşturucu hap kullanımını tetiklemekti. Bunun sonucu olarak 1960`ların LSD "Aykırı Kültürü" ve "Öğrenci Devrimi" idi. Bunun için CIA 25 milyon dolar para harcamıştı.

Programın oluşturucusu, lizerjik asid dietilamidi (LSD) geliştiren, Roosevelt`e danışmanlık yapan, ABD Merkez Bankası Kanunu`nu kaleme alan Paul Warburg`un oğlu James Paul Warburg`tu. James P. Warburg`un yeğeni Max Warburg da Hitler`i finanse etmiş ve Politik Araştırmalar Enstitüsü`nü uyuşturucu hapların kullanılmasını teşvik projesine yönlendirmişti.

MK Ultra`nın (MK-Ultra - Manchurian Guinea Pig - İNSANLARIN ZİHİNLERİNİ ETKİLEME ARAŞTIRMALARINA YÖNELİK CIA PROGRAMI) bir parçası olan İnsanî Ekoloji Fonu`na Harvard Üniversitesi`nden ZİHİN KONTROLÜ konusunda ileri çalışmalar yürüten Dr. Herbert Kelman`a, CIA ödeme yapmıştır. CIA, 1950`lerde Kanada`daki LSD araştırmalarını finanse etmiştir.

Kanada Psikoloji Derneği ve Montreal`deki Kraliyet Viktoryan Hastanesi Başkanı Dr. D. Eweret Cameron`a ödeme yapılmıştır. Cameron, 53 hastaya 15 gün süreyle yüksek dozda LSD hapı vererek uyutmuş ve ardından şok tedavisi uygulayarak reaksiyonlarını kayda almıştır.

CIA ve Warburg`lann temel örgütü olan Politik Araştırmalar Enstitüsü, James Paul Warburg tarafından finanse edilmiştir. Enstitünün kurucu üyelerinden Marcus Raskin, Ford Vakfı Başkanlığı`nı Mc George Bundy`den devralmıştır.

Bundy, Raskin`in daha sonra, Ulusal Güvenlik Konseyi`nin Başkan Kennedy`nin de şahsî temsilciliğine atanmasını sağlamış, 1963 yılında CIA`nın uyuşturucu kullanma kültür programını yürüten Demokratik Toplum için Öğrenciler Derneği`ni finanse etmiştir.

Günümüzde Tavistock, ABD`deki vakıflar ağını 6 milyar dolarlık bir bütçe ile faaliyette bulundurmaktadır [bu, kitabın kaleme alındığı dönemdeki rakamdır; şimdi kat kat artırılmıştır]. Vakıfların tümü de Amerikan mükelleflerinin ödediği paralarla fonlanmaktadır.

ABD`nin Dünya Düzeni üzerindeki kontrolünü artırmaya yönelik programlar üreten 10 büyük vakıf ve bu vakıflara bağlı olan 400 kuruluş, 3000 araştırma grubu ve düşünce kuruluşu Tavistock`un doğrudan kontrolü altındadır.

Stanford Araştırma Enstitüsü, Hoover Enstitüsü ile birlikte 3300 çalışanına yılda 150 milyon dolar ödemektedir. Bechtel ve Kaiser dev şirketleri başta olmak üzere, 400 büyük şirket için gözetim raporları ve CIA için geniş çaplı operasyonlar bu enstitülerce hazırlanmaktadır.

Tavistock`tan gizli direktifler alan en kilit vakıf da 1957`de kurulmuş olan Ditchley Vakfı`dır. Vakfın ABD bölümünün başında ABD eski Dışişleri Bakanı, Rockefeller Vakfı Başkanı Cyrus Vance ve Dış İlişkiler Konseyi Başkanı Winston Lord bulunmaktadır.

Rockefeller Vakfı, çok önemli fakat çok az bilinen bir operasyonu aracılığıyla dünya tarımını kontrol etmektedir. Vakfın Direktörü Kenneth Wernimont bu programı Meksika ve Latin Amerika`da uygulamaktadır. Programın hedefinde bağımsız çiftçiler vardır. Kendileri adına üretim yapan, üretimlerini paraya çeviren ve bu nedenle bağımsızlaşan çiftçiler Dünya Düzeni için en büyük tehdidi oluşturmaktadır.

Sovyet Rusya`da Bolşevikler halk üzerinde tam kontrol kurmak için bağımsız çiftçilik yapmakta direnen Kulakları en büyük engel olarak görmüşlerdi. Bu engeli ortadan kaldırmak için Stalin, Kulakların tüm mahsul ve hayvanlarına el konulması emrini vermiş ve onları açlığa mahkûm ettirmişti. 25 Eylül 1935 tarihli The Chicago American`da bu haber, "6 milyon Sovyet çiftçisi açlığa mahkûm edildi" şeklinde yer almıştı.

Yalnız Sovyetler Birliği Komünist Parti programlarında bağımsız çiftçilik yapan köylülerin imhası ve işçilerinin köleleştirilmesi yer almaz, bütün kapitalist ve totaliter rejimler de bu grupları hedef alır.

Bunu, hem kendi bağımsız çiftçisine, hem de dünya bağımsız çiftçiliğine en büyük tehdit olarak gören ülke, Dünya Düzeni`ne sahiplik yapan ABD`dir.

ABD`deki vakıflar, bu nedenle Amerikan ve dünya çiftçilerinin yok edilmesi için bir savaş başlatmışlardır. The Brookings Enstitüsü başta olmak üzere diğer vakıflar, Amerikan Merkez Bankası ve IMF malî programları aracılığıyla bağımsız çiftçileri dev tröstlerin köle işçileri hâline getirilmesi işine soyunmuşlardı.

Kendilerini hayır kuruluşları olarak tanımlayan, hiçbir yerden bağış ve yardım almadıklarını ve politik amaç taşımadıklarını savunan vakıfların tüm faaliyetleri kendi kuruluş belgelerine göre de doğrudan yasalara aykırıdır. Heritage Vakfı ve Amerikan Girişim Enstitüsü ağı içinde en az 2 KGB köstebeğinin yer aldığının kanıtlanmış olmasına karşın bunun hâlâ reddedilmemiş olması bu ihlallerden biridir.

Vakıfların hazırlayacakları Dünya Düzeni`ne yönelik planları için Rusya`dan temini gerekli gördükleri politik, ekonomik ve sosyal verilerin elde edilmesi için 1917 yılında bir hayır kuruluşu olarak Kızılhaç kadroları içinde Rusya`ya ajanlar sızdırıldığını, bunun da vakıflarca planlandığını bilmelerine rağmen bu iddiaları sürdürmektedirler.

Vakıfların faaliyetleri ve aralarındaki birleşmelerinde ABD Anayasası`na göre de suç olduğu kanıtlanmıştır.

Tavistock, stratejik misyonu`nu, "endüstriyel ulus-devletlerden post-endüstriyel küresel Dünya Devleti’ne dönüş ve yönetimin az sayıda oligark`a devredilmesi" olarak belirlemiştir.

Tavistock Enstitüsü psikiyatrlarının tanımlamasıyla sürekli ve kitlesel "BEYİN YIKAMA", insanların gerilim, korku ve endişe seli karşısında bırakılarak beynin sinirsel durumunun değiştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. BEYİN YIKAMA operasyonlarına tâbi tutulmuş insanlar da istenen amaca yönelik olarak programlanabilmektedir. Nitekim Tavistock, Küba füze krizi, birbiri peşi sıra dünyanın birçok yerinde politik liderlerin öldürülmeleri ve televizyonlarda her gün defalarca yinelenen kanlı ve vahşi Vietnam Savaşı görüntüleri ile sarsılan ve bunalan 1960`lar Amerikan ve dünya gençliğini, zihinlerini sürekli meşgul eden milliyetçilik, kamu yararı ve etik değerler dünyasından alıp, "kendi bedeni" "kendi duygularını" öne çıkaran rock müzik, çeşitli uyuşturucular ve seksin hedonizm dünyasında teselli bulur hâle getirmeyi ABD`ye önermiştir.

1960`lar öncesinde, Melbourne Üniversitesi`nden Dr. Fred Emery ve Tavistock Enstitüsü Yönetim Konseyi Başkanı Dr. Eric Trist, elit bir dinleyici grubuna TOPLUMLARIN BEYİNLERİNİN YIKANMASI konusunda Tavistock`un geliştirdiği metotları açıklarken şunları vurguluyorlardı.

- «Yüzyılımızda, dünyadaki çarpıcı olayların kitle iletişim araçları ile ve şok etkisi doğuracak tarzda yayınlanması, bir mermi şoku gibi kitlesel nevrozlara sebep olmaktadır. Eğer şoklar yıllarca sürdürülecek olursa son derece çocuksu fikirlerin gelişmesine neden olmaktadır. (...) Dünyanın herhangi bir yerindeki terörist saldırı, dünyanın her yerinde şok etkisi yaratır. Bu bir küresel olgudur.»

Dr. Emery, bu gelişmenin üç safhada oluştuğunu, safhalar itibarıyla şöyle ortaya koymaktadır:

1. Safha: "Moral değerlerini yitirme" (Demoralisation)

2. Safha: "Zihnî bölünme" (Segmentation)

Bu safhada kişi zihinde yerleşik ulus-devlet görüşünden kopar ve cemaat, ailesel biçim yaşama biçimine geçer.

3. Safha: ”Zihnî ayrışma" (Disassociation)

Bu safhada kişi fantezilerle realiteyi (gerçekleri) birbirine karıştırır ve birey "toplumsal ünite" haline, bir anlamda robotlaşmış birey hâline gelir.

Dr. Emery bu konsepti, 1967`de Tavistock Magazine (Human Relations) adlı dergide, `"Gelecek 30 Yıl` Konsept, Metot ve Antipati" ve 1975`te "Gelecekte Biz" adlı makalelerinde açıklamıştır.
TAVİSTOCK`UN ABD İÇİNDEKİ FAALİYETLERİ

• Flow Laboratuarları, National Institute of Health`ten (Ulusal Sağlık Enstitüleri) ihaleler almaktadır.

• Merle Thomas Şirketi, uydu verileri analizleriyle ilgili olarak ABD Deniz Kuvvetlerinden ihaleler almaktadır.

• Walden Research (Walden Araştırma) Şirketi, kirlilik alanında çalışmalar yapmaktadır.

• Brookings Enstitüsü, "Uluslararası Sorunlar" konusunda çalışmalara yoğunlaşmıştır. Başkan Hoover`in 14. Nokta programını, Başkan Roosevelt`in "New Deal"ını (Yeni Ekonomi Programı), Başkan Kennedy Yönetimi`nin "New Frontiers"ını (Yeni Hedefler) ve Başkan Johnson`un "Great Society" (Büyük Toplum) programlarını yazmıştır, Enstitü, 70 yıldır ABD hükümetlerinin olaylara nasıl bakacağı ve yürüteceği konusunda görüşlerini bildirmeye devam etmektedir.

• Hudson Enstitüsü, politik ve sosyal olaylara karşı reaksiyon verme, düşünce ortaya koyma ve oy vermeye yönelik araştırmalar yapıp kamuoyunu şekillendirme, özellikle savunma politikası araştırmaları ve Sovyetler Birliği ile ilişkiler konusunda uzmanlaşmıştır. Askerî çalışmalarının çoğu, "gizlilik" derecesi taşımaktadır. Enstitü, 300`e yakın BEYİN YIKAMA araştırması yapan organa sahiptir. En büyük müşterisi ABD Savunma Bakanlığıdır. Bu bakanlığa, sivil savunma, ulusal güvenlik, askerî politikalar ve silahlanma ve kontrolü konularında çalışmalar yapmaktadır.

• National Training Laboratories (NTL - Ulusal Eğitim Laboratuarları), Tavistock`un en kilit enstitülerinden biridir. Behtel ve Maine`deki laboratuarlarda hükümet, eğitim enstitüleri ve şirket üst düzey yöneticilerine Tavistock metotlarına göre, BEYİN YIKAMA eğitimleri verilmektedir.

• Pensilvanya Üniversitesi bünyesindeki Wharton Finans ve Ticaret Okulu, insan davranışları konusunda araştırmalar yapan önemli bir Tavistock kuruluşudur. Tavistock`un beyin takımından Eric Trist tarafından kurulmuştur. Wharton`un müşterileri arasında, başta ABD Çalışma Bakanlığı, IMF, BM, Dünya Bankası, olmak üzere 300 şirket bulunmaktadır. Sosyal araştırmalar konusunda Wharton`un müşterileri arasında Ford Vakfı, ABD Savunma Bakanlığı, ABD Posta Servisi ve Adalet Bakanlığı başı çekmektedir.

• Institute For The Future (Gelecek İçin Araştırmalar Enstitüsü), Ford Vakfı tarafından 50 yıllık gelecekte neyin, nasıl ve neden değişeceğini ve değişmeyeceğini araştırmak üzere kurulmuştur. Enstitü, diğer dünya enstitülerine bu yönüyle rehberlik edecektir. Araştırma konuları arasında daha şimdiden ele alınmış ve çözülmüş olanlar bulunsa bile, daha da çözüm aranacak ve araştırılacak sayısız sorun vardır. Bu sorunlar şunlardır:

- Sorun çıkaran sivil gruplar

- Vergi indirimi

- Silah yasakları anlaşmalarının kaldırılmasını isteyen milliyetçi gruplar

- Kürtajın serbest bırakılması

- Uyuşturucu kullanımının serbestleştirilmesi

- Devlet okullarında doğum kontrolü yapılması

- Şehir içinde belirlenecek alanlarda park ücreti ödenmesi

- Homoseksüelliğin serbestleştirilmesi

- Öğrencilerin akademik başarılarının parasal olarak ödüllendirilmesi

- Aile planlamasını uygulayan aileler için parasal ödüllendirme

- Kamboçya`daki Pol-Pot modeline uygun olarak kırsal alanlarda yeni topluluklar kurulması.

Enstitü, "Delphi Panelleri" kapsamında, "neyin normal, neyin normal olmadığı" konusunda geliştirilecek önerileri, hükümet ve grup liderlerine rehberlik yapmak üzere iletmektedir.

• Politik Araştırmalar Enstitüsü (IPS), James P. Warburg ve ABD`deki Rothschild Şirketleri`nin katkılarıyla kurulmuştur. ABD`nin "5 Büyüğü"nden biridir. ABD`nin 5 Büyük Think-Tank`i (Big Five), Tavistock Institute, Institute of Public Studies (IPS), Rand Corporation, Hudson Institute ve Stanford Research Institute’tur (SRI).

Enstitü ABD iç ve dış politikalarının şekillendirilmesi amacıyla kurulmuştur. Enstitünün temel hedefleri arasında Endüstriyel Demokrasi`nin inşası yer almaktadır. BM eski Büyükelçisi Jeane Kirkpatrick, ADL`den (Antidefamation League: ABD`deki İsrail lobisinin en önemli kuruluşu) silah kontrol müzakerecisi Euge-Albert Shanker, projeyi yürütmektedir.

IPS, 1963 yılında Tavistock mezunlarından Marcus Raskin ve Richard Barnett`i kadrosuna almıştır. Bunun nedeni Tavistock`un IPS`de "New Left" (Yeni Sol) adlı bir politik çalışmanın gerçekleştirilmesidir.

• Stanford Araştırma Enstitüsü (SRI). SRI`nin ilk Başkanı Jesse Hobson 1952`de yaptığı bir konuşmada Enstitü`nün takip edeceği politikayı şöyle açıklamıştır:

- «Stanford, Tavistock “tac”ının, “elmas”larından biridir ve ABD onun kurallarına göre yönetilecektir.»

II. Dünya Savaşı bitiminden hemen sonra 1946`da Charles A. Anderson`un başkanlığında kurulduğunda, amacın, "ZİHİN KONTROLÜ" ve "Gelecek Bilimleri" olduğunu açıklanmıştır. Charles F. Ketterina Vakfı, Stanford şemsiyesi altına alınınca "İNSANLARIN HAYAL GÜCÜNDE DEĞİŞMELER" konusunda yoğunlaşmıştır.

Stanford`un en büyük müşterisi, ABD Savunma Bakanlığı idi. Stanford büyüdükçe hizmet verdiği kuruluşlar da çeşitlenerek artmıştır. Bunlar:

- Davranış bilimlerinin, Bilim ve Teknoloji Araştırma yöneticilerine uygun olması programı

- SRI Ticarî İstihbarat programı

- ABD Savunma Bakanlığı Araştırma ve Mühendislik Direktörlüğü

- ABD Savunma Bakanlığı Havacılık Araştırma Ofisi

Stanford en az 200 küçük düşünce kuruluşu ile Amerikan yaşamının tüm yönlerini araştırmaktadır.

CIA, Bell Telephone Laboratories, ABD Ordu İstihbaratı, Deniz İstihbarat Bürosu, Rand, MIT, Harvard ve UCLA gibi birbirleriyle bağlantılı çalışan araştırma kuruluşlarıyla bu araştırmaları gerçekleştirmektedir.

Stanford; Savunma Bakanlığı`nın, "Komuta ve Kontrol", sorunların çözümleri konusunda çalışmaktadır.

• Massachussets Institute of Technology (MIT) Alfred P. Sloan İş İdaresi Okulu. Alfred P. Sloan, iki grup olarak çalışmalarını sürdürmektedir:

- Teknoloji ve Endüstri İlişkileri, NASA-ERC Bilgisayar araştırması

- Deniz Araştırma Grup Laboratuarları, Psikolojik Sistem Dinamikleri araştırması

MİT`in bazı müşterileri şunlardır:

Amerikan İş İdaresi Derneği, Ekonomik Gelişme Komitesi, Savunma Analiz Enstitüsü (İDA), NASA, Ulusal Bilimler Akademisi, Kiliseler Ulusal Konseyi, Sylvania, ABD Kara Kuvvetleri, ABD Dışişleri Bakanlığı, ABD Deniz Kuvvetleri, ABD Hazine Bakanlığı, Volkswagen Şirketi.

• Rand Araştırma ve Geliştirme Şirketi. Rand, Tavistock ve Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsüne gerçekten çok şey borçlu olan bir şirkettir. Rand, ABD politikalarını her seviyede kontrol etme ve yönlendirme imkânına sahiptir. Bu, aşağıda sıralanan bazı programlardan rahatlıkla anlaşılabilir:

ICBM (Kıtalararası Balistik Füzeler) Programı, ABD Dış Politika Yapıcıları için hazırlanan mükemmel analizler, müthiş Uzay Programları, Şirket Analizleri, Askeriye için yüzlerce proje, Peyote (Peyote; Meksika`da yetişen ve uyuşturucu etkileri bulunan bir mantar türü) ve LSD gibi hapların kullanılmasıyla gerçekleştirilen "ZİHİN DEĞİŞİMLERİ"nin incelenmesi ve bu metotların "BEYİN YIKAMA" faaliyetlerinde kullanılmasına yönelik olarak CIA için hazırlanan ve 20 yıl süreyle uygulanan MK-Ultra kod adlı gizli operasyon planı vb.

Rand binlerce çok önemli şirket ve hükümete bağlı enstitü ve organizasyonlara hizmet vermektedir:

ATAT (Amerikan Telefon ve Telgraf Şirketi), Chase Manhattan Bank, IBM, Ulusal İlim Vakfı, Cumhuriyetçi Parti, ABD Hava Kuvvetleri, ABD Sağlık Bakanlığı, ABD Enerji Bakanlığı.

Rand Corparation`un kurucusu Herman Kahn aynı zamanda Hudson Enstitüsü`nün de (1961) kurucusudur.

B. K. Eakman, 7 ciltlik Yeni Dünya Düzeni Eğitimi kitabında, Rand "ABD hükümetlerini değiştirmiştir, geliştirmiştir" diye yazmıştır. Kitapta, Rand`in 1973-1974 arası "DONMUŞ VE DONMAMIŞ DEĞERLER”, "DEĞİŞİM VE GERÇEKLEŞTİRİLMESİ", "POTANSİYEL DÜŞMANLARIN UYSALLAŞTIRILMALARI" vb. çok önemli programları gerçekleştirdiği yazılıdır.

 Tavistock İnsanî İlişkiler Enstitüsü`nün Kurulmasında Kritik Rol Oynayan Tek Dünya`cı CIA`cılar Şunlardır:

BAŞKAN ROOSEVELT VE CHURCHILL: ROOSEVELT, CHURCHILL İLE TAVISTOCK`UN ÖZEL OPERASYONLAR YAPMASI KARŞILIĞI GİZLİ ANLAŞMA İMZALAMIŞTIR.

DAVID ROCKEFELLER: TAVISTOCK`UN YENİDEN KURUCUSU.

SIR JOHN RAWLINGS-REESE: TAVISTOCK`UN KURUCUSU. İNGİLİZ ORDUSU PSİKOLOJİK SAVAŞ BÜROSU BAŞKANI.

Kurt Lewin: 1933`te Tavistock Başkanlığına getirildi. Alman mültecisi. Harvard Üniversitesi ile birlikte Almanya`ya Savaş Propaganda kampanyalarının mimarı.

William Donovan: Başkan Roosevelt`in Danışmanı. Roosevelt`in emriyle SOE, SIS, OSS ve sonradan CIA ve Tavistock`la (Kurt Lewin) Almanya`ya savaş için birlikte çalıştı.

HENRY KISSINGER: PSİKOLOJİK SAVAŞ KONUSUNDA TAVISTOCK`TA SIR JOHN RAWLINGS-REESE`NİN ÖĞRENCİSİ.

Dr. Herbert Kelman: Harvard Üniversitesi ZİHİN KONTROL UZMANI, CIA mensubu

James Paul Warburg: CIA`nın temel örgütlerinden biri olan Politik Araştırmalar Enstitüsü`nün (PRI), Ford Vakfı`nın ve CIA`nın uyuşturucu kullanma Kültür Programını yürüten Demokratik Toplum İçin Öğrenci Derneği`nin baş finansörü.

Cyrus Vance: Tavistock`a bağlı Ditchley Vakfı`nın ABD Bölüm Başkanı ve Rockefeller Vakfı Direktörü.

Kenneth Wernimont: Rockefeller Vakfı Direktörü, Meksika ve Latin Amerika`da tarımın çökertilmesi operasyonlarının yöneticisi.
[Erol Bilbilik, (İşgal Örgütleri, CIA, NATO, AB)]

16 Aralık 2016 Cuma

KARTLAR AÇILDI. ...

Bir ülkeyi ele geçirmek, kontrolü ele almak için usul, eski zamanlarda askeri güç göndermekti. Ancak ; yakın çağımızda anlaşılmıştır ki, artık bu yöntem tutmamaktadır. Askeri güç ile bir yer işgal edilse bile, işgal edilen yerde işgalci güçlerin tutunması, orada kalması mümkün değildir. Kalmayı tercih ettiklerinde ise zamana yayılarakta olsa ağır faturalar ödenmiştir. Görülmüş ve anlaşılmıştır ki; dil ve din ile olan işgal, daha başarılıdır. Faturası ucuz olduğu gibi, aynı zamandada kalıcılık arz etmektedir.Bu hususta İngilizlerin başarısı görüldüğünden, oyun kurucular artık bu yönteme dönmüşlerdir. Opus Dei, Cizvit Papazları, FETÖ gibi örgütler bu amaçlara hizmet edenlere örnek gösterilebilir.
KARTLAR AÇILDI, ARTIK OYUN KURUCULAR KENDİLERİNİ GİZLEMEDEN, FÜTURSUZCA AÇIK AÇIK OYUNU OYNAMAYA BAŞLADILAR.    Yalnızca ülkemizde değil, tehlike tüm dünya için çok büyük....
Ülkemizde olduğu gibi tüm dünyada terörün hiç olmadığı kadar kendini göstereceği döneme girilmiştir.... Ülkemizde olanlara seyirci kalan ve destekleyen Avrupa aslında olumsuz dalgalardan en çok etkilenen olacaktır. Ortadoğu'daki misyonunu tamamladığı için sessizce Libya'ya taşınan DAEŞ'in  Afrika'da göstereceği faaliyetler nedeniyle oluşacak göç dalgası Avrupa'ya yönlenecektir. Gerek DAEŞ içinde gönüllü yer alan Avrupalılar ın ülkelerine döndüklerinde gösterecekleri faaliyetler, gerek yeni göç dalgaları ile gelecekler, gerekse de halihazırda Avrupalıların kullandıkları ve bir gün kullanmak üzere istihbarat örgütleri vasıtasıyla kontrol altında tuttuklarını zannetikleri terör örgütleri ve örgüt sempatizanları Avrupa'nın sonunu getireceklerdir. Bu gruplar güce ve vaatlere hizmet ederler, dolayısıyla daha iyisini bulup gördüklerinde saf değiştirmeleri kaçınılmazdır.
Tabii bunun dışında suni yaratılacak ekonomik krizler v.s. ihtimallere burada girmedim ve belirtmedim.En basit manada şimdilik oyun kurucuların nakit olarak 115 trilyon dolara hükmettiklerini bilmeniz ve bunun üzerine yapabileceklerini kurgulamayı size bırakıyorum.
Bütün kurguları yıkmanın ve direnmenin tek yoluda; içeride, kendi aramızda ne yaşarsak yaşayalım, dışarıya ve dış etkenlere karşı tek vücut olmaktan geçmektedir. ORTAK  DEĞERLERİMİZE,  BİRLİK VE BERABERLİĞİMİZE, KARDEŞLİĞİMİZE SAHİP ÇIKMAKTAN BAŞKA ÇAREMİZ YOK... Hiç unutmayalım; BU ÜLKE BİZİM, NE GİDECEK BİR YERİMİZ, NE DE ALLAH'TAN BAŞKA BİZE DESTEK VE YARDIM EDECEK KİMSE VAR....

30 Ekim 2016 Pazar

100 YIL GEÇSE DE OYUN YİNE AYNI.

GELİN TARİHTEN KÜÇÜK BİR KAÇ ANEKDOTLA KİMLERLE DANSETTİĞİMİZE BAKALIM. HALİHAZIRDA DEĞİŞEN HİÇ BİR ŞEY YOK. OYUN AYNI, BAŞROLDEKİLER AYNI YALNIZCA AKTÖRLER FARKLI.
-  Ahmet Hamdi Paşa "Hoş geldin dindaşım" dedi. Yemen'de hararetle sarıldı, uzaklardan gelen misafire. Onu "Müslüman kardeşimiz Abdullah Mansur" diye tanıştırdılar. Hararetli dini sohbet yapıldı sabahlara kadar. Abdullah Mansur süper Arapçası ile ne kadar İslam Alimi(!) olduğunu gösterdi herkese... Hayranlıkla dinlediler onu. Ama asıl adı Wyman Burry idi. İngiliz askeri istihbaratında casustu. Abdullah Mansur adıyla Ortadoğu'da girmediği yer kalmamış, binlerce rapor göndermişti Londra'ya.
Onu şeyh zannettikleri Hicaz'dan Kraliçe'ye "Burada İstanbul'a karşı rahatsızlık duyanlar çok, İSTİFADE EDELİM" diye bildirimde bulunuyor, "Suudi Arabistan'ın rahatsızlığı" diye kitap yazıyordu.
- Bir başkası ; Arapça'yı Oxford'da öğrendi, Farsça'yı Hindistan'da.
Müslüman alimlerden İslam dinini öğrendi.
Türkçe dahil 25 dili anadili gibi konuşuyordu.
Afgan kıyafetiyle Sind Müslümanları'nın içine girdi. 30 yaşında sünnet oldu. Mekke'den Afrika çöllerine kadar gitmediği Müslüman ülke kalmadı. Gittiği yerlerde İslam'ı anlattı. Adı Sir Richard Francis Burton'du. Tedbiren sünnet olmuştu. Her gördüğünü Kraliçe'ye rapor eden İngiliz askeri istihbaratçıydı.
- Anılarında "İstanbul'daki operasyonları Boğaz'da Kırmızı yalıda yapardık" diye yazan İngiliz casusu Kim Pilby, Ürdün Kralı ilan edilecek kişinin danışmanı olarak Ortadoğu haritasının çizildiği çadırda tarihe tanık oldu. -Ortadoğu Haritasını çizen ve çadırda merakla bekleyenlerin önüne atan ise Sir Percy Cox'tu. Biraz sonra Suudi Kralı olacak kişiye fırça atıyor, "İngiltere için her şeyimi feda etmeye hazırım" diye o harita çadırında bağırıp bağlılık bildiren Kuveyt'i yönetecek kişiye de "Aferin oğlum" diyen gözlerle bakıyordu. Bugünkü Ortadoğu'nun mimarı Sir Percy Cox tam 10 yıl Kahire'de El Ezher üniversitesinde İngiliz casusu olarak Müslümanlar'a ders vererek bu noktaya gelmişti.
- Bilindiği üzere Lozan'da Musul konusunda anlaşılamamıştı. Sonrasında İstanbul'da İngilizlerle Musul için masaya oturuldu. Haliç Konferansı'nda İngiltere adına karşımıza çıkan kişi, 10 YIL El Ezher Üniversitesi'nde Müslümanlara ders veren HARİTACI Sir Percy Cox'tu.
- Sir Percy Cox'un bir numaralı elemanı "Çöl Kraliçesi" diye meşhur olan ve Müslüman kıyafetleri ile tüm Ortadoğu'yu gezip Londra'ya aktaran kadın casus Bell'di. Kocası Çanakkale'de öldürülünce,"Müslümanım" diyerek intikam uğruna gezmediği yer kalmamıştı.
- Cemalettin Efgani ; Mısır'da İngilizler adına tarikat kurup binlerce insanı peşinden koşturdu. Yıllar sonra, Mısır'da mason locası başkanı olduğunu açıkladı.
- Mahmut Şevket Paşa, bir zamanlar"Katar ve Kuveyt gibi iki kasaba için ne gerek var İngilizlerle takışmaya" diyerek kendi Sultanı Abdülhamid'e ağır hakaretler edip, "Canavar" derken, tahttan indirmeye ise Emanuel Karasuları göndermişti. Emanuelci ve ittihatçı Mahmut Şevket Paşa'nın 25 yıl şoförlüğünü yapan namazında niyazindaki genç ise emekli olduğunda soluğu Kudüs'te alıp, ağlama duvarında Museviliğini icra etmişti. (Sn.Bekir Hazar'ın notlarından faydalanılmıştır.)
Aynı şekilde, 2 ay kadar önce Londra'da  eğitimlerini başarıyla tamamlayan 110 tane şeyh-ajan Britanya'nın çıkarlarını korumak üzere Ortadoğu'ya gönderildi.
100 YIL GEÇSE DE OYUN YİNE AYNI. TARİHİ ANLAMAZ İYİ ANALİZ ETMEZSEK, AKLIMIZI KULLANMAZSAK TARİH TEKERRÜR EDER, NETİCESİNDE AYNI KAYIPLARLA YİNE KARŞILAŞIRIZ.

22 Eylül 2016 Perşembe

OPUS DEİ TARİKATI (FETO ÖRGÜTÜNÜN HRİSTİYAN VERSİYONU ; (OKUDUKLARINIZ SİZE OLDUKÇA TANIDIK GELECEK ) ‘Yoksul ve zeki’ çocuklara yönelik

OPUS DEİ TARİKATI  (FETO ÖRGÜTÜNÜN HRİSTİYAN VERSİYONU ;  (OKUDUKLARINIZ SİZE OLDUKÇA TANIDIK GELECEK )
‘Yoksul ve zeki’ çocuklara yönelik kurslar, kolejler, üniversiteler açmak, bu öğrencilere burs sağlamak vs. Opus’un en tipik politikalarıdır. Kurucusu Josemari Escriva azizlik mertebesine yükselmiş ‘beyaz eldivenli mafya’ olarak cilt cilt kitaplara konu olmuştur 1970’lerde ‘France-Soir’ gazetesi Vatikan’da piskoposların kendi aralarında Opus Dei’ye ‘Aziz Mafya’ dediklerini de yazar.
Escriva, 1928’de Tanrı’nın gökten kendisine camiayı kurması için ışık gönderdiğini, yani görevlendirdiğini iddia ettiği için, Opus Dei’nin de bu tarihte kurulduğunu söyler.
1933’de sağcıların seçimden galip çıkması onu harekete geçirir. Ama Escriva için asıl iyi günler iç savaşın başlamasıyla doğar. Madrid çatışmalara sahne olunca kenti terk eder, bir kaç arkadaşıyla birlikte Franko’nun darbeci ordusunun ana karargâhının bulunduğu Burgos kentine gider. Frankist cephede rahiplik görevi icra ederek Tanrı’ya hizmet ederken kafasındaki projenin geleceğinin faşistlerin kazanmasına bağlı olduğunu da bilir. Faşist gençlere ruhani hizmetleriyle “vatan savunmasında” gaz verir.
1939’da İspanyol İç Savaşı’nın Frankist birliklerin zaferiyle sonlanması Escriva için zafere giden yolun açılması anlamına gelir aynı zamanda. Asıl ciddi örgütlenmesi bu dönemde başlar ve örgüt kısa sürede alır başını gider. Opus Dei, 1941’de Madrid piskoposu, 1950’de de Vatikan tarafından bir cemaat olarak tanınır. Frankist rejimin desteğine Vatikan’ın kanatları altında çalışma da eklenince Opus’u kimse durduramaz. Üniversitelere girer, şirketler, bankalar, yayın evleri, basın organları, okullar vs. kurar.
Katolikler yüz yıllar boyunca, modern kapitalist ekonomiyi küçümsemekle, teknik ve bilimi ciddiye almamakla, bunların yerine enerjilerini absürd fanatik doktrinlere harcamakla suçlanırken, Opus, tam tersine, eski protestan doktrin olan ‘Tanrı’ya hizmet etmenin en iyi yolu kârlı bir şirket kurmaktır’ı tatbik ederek yola koyulur.
1940 sonları ve 1950 başlarında İtalya ve Polonya gibi Avrupa ülkelerine de  yayılır Opusçular. Ama özellikle, çoğu eski İspanyol kolonisi olan ve dolayısıyla İspanyolca konuşan ülkelerde, yani  Latin Amerika’da örgütlenirler. Militanlarının antikominist ve kapitalist ekonomik sistemle tamamen uyumlu özellikleri nedeniyle  Latin Amerika’da ekonomik-siyasi elitlerin önemli bir bölümünün güvenini kazanmakta zorlanmazlar.
Ispanya’da 1957’de başlayan teknokrat hükümetler dönemi Opusçu kadroların önemli bakanlıkları ele geçirdiği dönemdir. ABD’den gelen parayla, işçi haklarının esamesinin okunmadığı, hak ve hukukun adının Franko olduğu İspanyol ekonomisine at koşturur Opus Dei. İspanya ekonomik olarak geliştikçe, sınıflararası farklar açıldıkça, camia da her alanda gücünü artırır. Diktatörle iktidarı paylaşan  Opus altın yıllarını yaşamakla kalmaz, Franko’ya da altın yıllar yaşatır. O kadar ki bir dönem Franco Hükümeti’nin yarısı Opus militanı ya da sempatizanı bakanlardan oluşur, İspanyol ekonomisini 20 yıla yakın onlar kontrol eder.
1970 ortalarına doğru Frankizm zor günler geçirir; işçi protestoları, ETA’nın silahlı mücadelesi vs. Üstelik Frankist rejim o günün Avrupası’nda artık yürüyecek durumda değildir, ekonomik gelişme de frenlenmiştir. Bu dönemde Frankistler ile Opusçular arasındaki tek fark, birinciler hem içerik hem de görünüş olarak bir nevi has/harbi Frankist iken, Opusçular dünyanın gidişatını biraz daha kavrayan tiplerdir, içleri acıyacarak da olsa, vitrin değişikliği düzeyinde de olsa değişikliklerden yanadırlar. Frankistler ortodoks, Opusçularsa pragmatisttir; değişim zamanı gelmiştir, direnip intihar etmektense reformdan yana olmayı tercih ederler.
Franko dönemi boyunca siyasi baskılarla ilgilenmeyi unutup ekonomiye, şirketlere, üniversiteye vs. odaklaşmış olan Opusçuların asla Frankizmi ikame etme, onun yerine geçme gibi bir arzuları olmaz. Frankizm uzatmaları oynamaya başladığında rejimin Avrupalılar için hazmedilebilir bir versiyona ulaşması için yumuşak siyasi reformlardan yana olurlar.  1975’de, beş ay arayla, önce Josemari Escriva, ardından da generaller Fransisco Franco hayata gözlerini yumar. Franko’nun ölümünü müteakip başlatılan ‘diktatörlükten demokrasiye geçiş dönemi’nin başlıca mimarları İspanyol Sosyalist İşçi Partisi ve reformcu Frankistlere nasip olur, bu ikincilerin bir kısmı da Opusçulardır.
1982’de bu dönem tamamlanıp demokrasi dönemine geçilince, artık ipi iyice pazara çıkan bir Opus Dei vardır. Kendilerini besleyen diktatöryel cennetin bitmesi ile İspanya’daki siyasi güçleri önemli oranda frenlenmiş olur, her ne kadar özellikle Latin Amerika ülkelerinde hala güçlerini korusalar da. Arjantin ve Şili’de diktatörlüklere destek vermekle kalmayıp, cuntaların içinde bizzat yer almışlardır.

Opus’un stratejisi ;
‘Halkı denetim altına almanın yolu elitleri kontrol etmekten geçer’ fikrinin hayata geçmesinin iki yolu vardır. Elitlerin çocuklarına teşkilatın değerlerini kazandırmak için elit kolejler kurmak ve militanlarını her tür güç-iktidar odağına sızdırmak. Bu yolla siyaseti etkilemek, partiler düzeyinde değil –‘partilerin kitleleri koyun sürüleridir’ zira-, onların yöneticilerini ve liderlerini etkilemek. Güç uluslar üstü olmalı, devletin dar sınırlarına hapsedilmemeli.

Opus’un bu programı, Basklı Aziz İgnacio Loyola’nın öncülüğünde 1539’da yola koyulan Cizvitlerin o tarihte yürürlüğe koydukları projenin aynısıdır. Protestanları durduran ve 400 yıl boyunca kilisenin elit kadrosu olan Cizvitler 20. yy ortalarında ağır bir kriz yaşarlar. Üyelerinin, üstlerine ve Papa’ya katıksız bağlılık yeminleri yaptığı Cizvit tarikatı ikiye bölünür: Geleneksel aşırı sağcılar bir yanda, ‘işçi’ ve ‘savaşçı’ (gerilla) yeni bir rahipler nesli diğer yanda. Bu ikinciler, bazen kendilerini Roma’daki Papa’dan çok Mao Zedung’a ya da Che Guevara’ya daha yakın hissetmeye kadar götürür işi. Hala pek çok üniversiteyi kontrol ediyor olsalar da etkileri epey azalır. Cizvitlerle yıldızı pek barışmayan Papa II. Jean Paul, onları daha ‘modern’ örgütlerce ikame eder, bunlardan biri Opus olur.

Cizvitlerin 400 yıl boyunca yaptığı gibi, her zaman ve her koşulda güçlülerin tartışmasız müttefiki olan Opusçular için dava uğruna yalan söylemek mubah olduğu gibi, amaçları uğruna her şeyi, ama ne olursa olsun, savunabilirler… İki modelden ilham alırlar. Bunlardan biri 1909’da kurulan ve daha çok İtalya, Fransa ve Belçika’da faaliyet gösteren,  bir tür ‘dini gizli polis’ örgütü-tarikatı olan V. Aziz Pio Birliği’dir.  Amacı ilericilere karşı kilise içi ve dışında mücadele etmekti, gizlice ve her tür yöntemi kullanarak. Zamanı geldiğinde Benito Mussolini’yi desteklemekte hiç tereddüt etmeyen bu örgüt kilise içindeki muhaliflerini izlettirip onlara iftira atmakta da tereddüt etmeyecektir.

İkinci ilham kaynağı ya da modele gelince, bu, hem kendisine ‘ilham’ veren hem de ilk sıradaki düşmanı olan Özgür Eğitim Kurumu’dur. Opus’un kurucusu Escriva herşeyden önce “Özgür Eğitim Kurumu’nun laik eğitimine karşı koyabilecek Katolik entellektüel gençlerden oluşan bir hareket kurmak istemişti” (Von Balthasar, Der Spiegel, 1965). “Masonculuğun etkili gizli yapılanmasını örnek alarak  gizli bir örgütlenme modeli aracılığıyla düşmanını kendi silahları ile vurmak istedi.”
Özgür Eğitim Kurumu: İspanya’da  1876 yılında bir grup öğretim görevlisinin başlattığı ‘dini, siyasi ve ahlaki her tür resmi dogmanın kriterlerini rededen’, özgürlükçü bir eğitim hareketidir.   Devlet dışında (devletten ayrı) özel laik eğitim kurumları kurar. Bu model üniversiteden başlar,  sonra özellikle ilk ve orta öğretime yayılır. Yurtlar da kurulur. 1927 kuşağı olarak anılan pek çok İspanyol entellektüeli  bu modelin kurumlarından geçer. O dönemin yetiştirdiği en önemli yazar, şair, sanatçı ve bilim insanları oradan geçmiştir:  Şair Federico Garcia Lorca, ressam Salvador Dali, sinemacı Luis Bunyuel,  1959 Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü sahibi Severo Ochoa, 1956 Nobel Edebiyat Ödüllü Juan Ramon Jimenez, şair ve yazar Rafael Alberti bunlardan sadece birkaçıdır.
Devletin eğitim sistemi, Özgür Eğitim Modeli’ni uygulamasa da ondan etkilenir, yapısını önemli oranda modernleştirir. 1939’da İspanyol İç Savaşı’nın Franko’nun galibiyetiyle sonlanması ile bu modele de veda edilmiş olur.
Opus Dei, Özgür Eğitim Kurumu’nu içerik olarak değil, şekilsel olarak model alır, şekli bazı özelliklerini de elimine ederek tabi.  Özgürlükçü ve ilerici yönünü, biat ve muhafazakârlıkla ikame eder. Haremlik selamlık bu uygulamalardan ilk akla geleni. Ailelerinden koparılan öğrencileri, eğip bükecek abi ve ablalardan oluşan ‘sorumlu’ ve ‘ruhani-manevi’ yöneticiler bir diğeri.

 Üye sistemi ;

 ‘Tanrı’nın Eseri’ anlamına gelen Opus Dei, günlük etkinlik ve işler yoluyla toplumu Tanrı yoluna koymak için yola çıkar. Bunun için üç kategoriye ayırdığı militanları ile gizli karakterde bir yapıyı harekete geçirir. Hedeflerine ulaşmak için her yolu mubah gördüğü gibi, bir ülkenin siyasi ve ekonomik sisteminde en yüksek etkiye sahip olmaya çalışır. ‘Halk dediğin önderler tarafından güdülmesi gereken bir sürüdür’ felsefesiyle yetiştirdiği elitleri onların örgütlerine sızdırmaya odaklanır.
Opus’un ilk ve belki de en çok örgütlendiği alan eğitimdir. Enerjisinin en önemli bölümünü eğitim merkezleri açmak için kullanır. Okullara, özellikle üniversite düzeyinde teknik bölümlere özel bir önem verir. Temel stratejisi teknik eleman, işadamı, yönetici, üniversite öğretim üyesi ve lise öğretmeni gibi kadroların formasyonudur.  Bu nedenle üniversiteye o kadar önem verir.
‘Yoksul ve zeki’ çocuklara yönelik kurslar, kolejler, üniversiteler açmak, bu öğrencilere  burs sağlamak vs. Opus’un en tipik politikalarıdır. Daha çok kırsal alandan gelen yoksul, dindar, özellikle hayatta ilerleme arzusuyla dolu, ama ailevi ve sosyal koşulları buna izin vermeyenler arasından seçtiklerini kolejlerine alır, burs ve yurt gibi yardımlar sunar.
Opus’un hâlihazırda 17 üniversite, 8 üniversite hastanesi, yüzlerce teknik okul, orta öğretim, mesleki eğitim merkezi ve üniversite yurdu ağı var. Bu ağa, pek çok “kulüp”, her tür dernek ve öğrenci yurdunu da eklemek lazım. Bütün bu merkezlerde “en iyileri”, yani “elitler”i kapma ya da seçmeye çalışır. Bu “elitler”, geleceğin potansiyel yöneticileridir.  Camianın profesyonel militanları bu kişilere doktrin aşılama ve onları yavaş yavaş örgütün içine çekme işini üstlenirler...

Üç tür üyesi vardır: “numerarios” (elçiler), “agregados” (ateşeler) ve  “supernumerarios” (kadro dışı görevliler) olarak. Evlenemeyen ilk grup daha çok Opus’a ait ev ve yurtlarda, manastırdaymış gibi yaşarlar. İkinci gruptakiler de evlenemezler, ancak kendi evlerinde oturabilirler. Sonuncu gruptakiler ‘normal’ bir hayat sürdürebilirler. Kuşkusuz her üç grup da Opus disiplinine tabidir.

Opus’un beyin takımı “elitler”den oluşur, en iyi üniversite eğitimi almış olan, teknik olarak en iyi yetişmiş olanlardan seçilir. Toplumsal ve ekonomik sistem içinde önderlik rolü oynayabilecek kişilerdir bunlar aynı zamanda.  Önemli olan bir Opus Dei üyesinin mevki sahibi olmasıdır, mümkünse yüksek, işini iyi yapması ve çok dindar olmasıdır.

Teorik olarak herkes ya da her isteyen Opus Dei üyesi olabilir, üyeleri herhangi bir ideolojiye sahip olabilir. Ama pratikte bu pek de böyle işlemez. “Kim olursan ol gel” der bir nevi, nitekim bu çağrıya teşrif eden sınırlı sayıda ateist, liberal ya da solcu da olmuştur, özellikle altın dönemini yaşadığı yıllarda. Ama onların pozisyonu sempatizan olmanın ötesine geçmediği gibi, birliktelikleri de çıkarın bittiği yerde sonlanır.
“Tanrı hepimizi seviyor ve bize hakaret edenleri bile bağışlamayı öğretti bize” en çok tekrarladıkları cümledir.
Peki bir Opusçu teşkilatı bırakabilir mi ?
Bedelini de göze alarak bırakabilir.  Opus hiyerarşisindeki yeri ile doğru orantılı olan bedelin en hafifi, örgütün bir iftira ve karalama kampanyasıyla gidenin prestijini yerle bir etmesidir.

İftira ve karalama kendilerine yardımcı olmayanlara karşı da kullandıkları en etkili yöntem olur. Çok enerji sarf ettikleri üniversitelerde rektörlük, bölüm başkanlığı elde etmek için pek çok yöntem kullanırlar. Kendinden olmayanı kendine yakınlaştırmak, hizmetine almak, boşalan kadrolara kendi adamlarını getirtmek. Sınav jürilerinin kendilerinden olmasını sağlamak vs. gibi.

Miguel Fiscal ‘Anılar’ kitabında, şu sözü Escriva’dan onlarca kez duyduğunu yazar: “Biz devletin imkanları ve binalarını kullanarak çalışacağız.”

Pragmatist ve takiyeci, her tür kurumu içine sızarak yönlendirmeyi, yönetmeyi deneyen, dolayısıyla onların sevaplarını sahiplenen, açıkça kendi adına yapmadığı için günahları o kurumlara havale eden bir çalışma tarzında  kirli işler yaptığında da eli kirlenmediği için ‘beyaz eldivenli mafya’ sıfatı takılan Opus partileşmeyi aklının ucundan bile geçirmemektedir.

Kurucusu Escriva, uysal ve ılımlı bir imaj vermeye çalışsa da otoriter, eleştiriye tahammülü olmayan biridir. Bu nedenle çevresi dalkavuktan geçilmiyordu. Onun arkadaşı olamazdı, yalnız ve yalnız takipçileri, hayranları olabilirdi.

Escriva, seküler-dini cemaati feodal ve askeri bir hiyarerşik örgütlenme şeklinde kurdu. Öyle bir hiyerarşik yapı ki eşit yetkili iki üye bile bulunamaz, piramidin tepesinde Baba Escriva ve ailenin geri kalanı...

Opus’un kadın kolu 1941’de kurulur, yani Escriva’nın annesinin ölümünden bir kaç ay sonra. Bu tarihe denk gelmesinin sebeplerinden biri de annesinin Escriva üzerindeki etkisidir.  Opus’un el kitabı Yol’da da yer alan Escriva’nın şu sözü kadınlar hakkındaki fikrini özetler aslında: “Onların bilgili olması gerekmiyor, ketum olmaları yeterlidir.”  Yine hatırlayalım, aristokrak kadınlara o kadar hayranlık duymasa ve onları işlevsel bulmasa kadınlarla çalışmayı düşünmüyordu başlangıçta. Opus’ta müdür, siyasi komiser düzeyindeki kadınlar genellikle bir manken gibi güzel, zengin ve kariyer sahibi kadınlar olur. Diğerleri ev ve yurtlarında hizmetçilik yapanlardır. Ve bunlar üniforma giyerler, tıpkı Escriva’nın hayran olduğu aristokrat ailelerin hizmetçileri gibi.

Opus mensubu kadınlar, Escriva'nın kendilerine bakışının, rahipler hakkındaki fikirlerinden daha “yumuşak” olmasında teselli bulabilir. Sık sık rahiplerin salak olduğunu söyleyen Escriva “kızlarım rahipler kadar aptal olmayın” der.

Josemari Escriva, kendi kendisini Padre (Baba, Tanrı’nın oğlu) ilan etmiş biridir.

14 Ağustos 2016 Pazar

KALPGAH (HEARTLAND-AVRASYA) TEORİSİ VE STRATEJİSİ :

KALPGAH (HEARTLAND-AVRASYA) TEORİSİ VE STRATEJİSİ :
"KİM DOĞU AVRUPA 'YA HÜKMEDERSE KALPGAH 'A HAKİM OLUR, KİM KALPGAH 'A HAKİM OLURSA DÜNYA ADASINA HÜKMEDER, KİM DÜNYA ADASINA HÜKMEDERSE, DÜNYAYA HAKİM OLUR. "
Söz konusu teori  İngiliz coğrafyacı H.J. Mackinder’in 1902 ve 1904 yıllarında yayınladığı eserlerinde iler sürülmüştür.
 Mackinder “dünya adası " olarak birbirine bağlı olan Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarını kastediyordu; Kalpgah (Heartland) ise Avrasya’dır ve şu coğrafyayı kapsamaktadır: Asya’nın kuzey kıyıları buzlarla kaplıdır ve buralardan kara içine girmek mümkün değildir. Üç büyük nehir Lena, Yenisey ve Obi, Sibirya içlerinden kuzeye doğru akarlar. Bu nehirlerle okyanusa ulaşmak mümkün değildir. Sibirya’nın güneyindeki nehirler de okyanusa dökülmez. Volga ve Ural nehirleri Hazar Denizi’ne, Sir-i Derya ve Amu Derya nehirleri de Aral gölüne akar. Hazar Denizine ve Kıta içine akan bu nehirlerin havzaları Asya’nın neredeyse yarısını kapsar. Bütün bu bölgeye okyanuslardan giriş yoktur. Kalpgah’ın kuzeyi, ortası ve batısı deniz seviyesinden yüksekliği 100 metreyi geçmeyen düzlüklerle kaplıdır. Bu büyük düzlük alan Batı Sibirya’yı, Türkistan’ı ve Avrupa’nın Volga havzasını kapsar.
Mackinder’in teorisi doğru olarak kabul edilirse, Dünya hakimiyetine anahtar olan Kalpgah bölgesinin coğrafi konumu, onu Avrupalı sömürgeci güçlerinden korumuştur. Ortaçağda okyanus yollarının yoğun olarak kullanılması ve Avrasya’ya geçişlerin zorluğu, bu bölgenin son zamanlara kadar keşfedilmemiş olarak kalmasına neden olmuştur. Diğer yandan tarihteki Büyük Moğol İstilası aşağı yukarı Mackinder’in tarif ettiği Kalpgah bölgesini kapsamıştır.
Mackinder, Heartland’ı kuşatan iki hilal bulunduğunu, iç hilalin Avrupa, Ortadoğu, Hindistan ve Çin’den; dış hilalin ise İngiltere, Güney-Kuzey Amerika, Afrika, Avustralya, Okyanusya ve Japonya’dan oluştuğunu ileri sürmüştür. Mackinder’e göre, Baltık Denizi ile Akdeniz arasındaki bu sanal sınırda Alman kökenli olmayan yedi halk grubu yaşamaktadır. Bu halklar Polonyalılar, Bohemyalılar (Çekler ve Slovaklar), Macarlar, Güney Slavları (Sırplar, Hırvatlar, Slovenler), Rumenler, Bulgarlar ve Yunanlılardır. Bu halkların mevcut veya yeni oluşturulacak devletleri Almanya ile Rusya arasında tam bir tampon oluşturacaktır. Bu ülkeler Adriyatik Denizi, Karadeniz ve Baltık Denizi ile Okyanusa çıkış imkanı olan devletler olacak ve Rusya ile Almanya arasında bir denge sağlayacaklardır. Almanya bu devletler üzerinde hakimiyet kuramadığı sürece Kalpgah’a erişemeyecek, Rusya ise Kalpgah’a sahip olduğu halde bu tampon devletlere sahip olamadığı sürece bir dünya hakimiyetine ulaşamayacaktır.
I. ve II. Dünya Savaşlarında yaşanan gelişmelerin bu teoriyle örtüştüğü ve onu doğruladığını söylemek mümkündür. Gerçekten de Orta Asya’ya sahip olan Rusya, özellikle II. Dünya Savaşı bitiminde Doğu Avrupa’yı ele geçirmiş ve tüm kıtada hakimiyet kurmaya çalışmıştır. Ancak bu coğrafyayı aşamayan Rusya sıcak denizlere (Akdeniz, Kızıldeniz) de ulaşamamış ve karşısında diğer coğrafyalara hakim olan (yani Mackinder’e göre iki hilale) ABD’yi dengeleyici güç olarak bulmuştur.
1944 Yılında yeni bir jeopolitik teori ortaya atılmış ve oldukça geniş yankılar uyandırmıştır. Bu teori Amerikalı N.J. Spykman tarafından geliştirilen “Kenar Kuşak Teorisi” dir. Buna göre “Mackinder’in tezi yanlıştır. Eğer güç siyaseti için bir slogan gerekiyorsa bu, (Kim Kenar Kuşağa hükmederse Avrasya’ya hakim olur; kim Avrasya’ya hakim olursa dünyanın kaderini kontrol eder) olmalıdır.” Spykman’a göre: “Kalpgah, Kuzey Buz Denizinden, güneye Karpat Dağları’na, Balkanlara, Anadolu, İran ve Afganistan’dan Altay Dağları’na kadar uzanan büyük alanı kaplamaktadır.”
Kalpgah ile onu çevreleyen ve ulaşımın yapılabildiği denizler arasında büyük bir tampon bölge bulunur. Bu tampon bölge, Batı ve Orta Avrupa’yı; Türkiye, İran, Afganistan, Tibet, Çin ve Doğu Sibirya’yı, Arabistan, Hindistan, Burma-Siam yarımadalarını içine alır. Kuzey Buz Denizi kıyılarının elverişsiz şartlarından dolayı büyük Kalpgah (heartland) bölgesinin denizlere çıkışı sadece Baltık Denizi ve Karadeniz ile Kuzey Almanya ve İskandinavya arasında kalan bölgedir. Büyük Petro’dan bu yana iki yüz yıldır, Rusya kendisini çevreleyen bu zinciri kırıp okyanuslara ulaşmaya çalışmaktadır. Coğrafya ve deniz gücü de ona engel olmaktadır. Rusya’nın İsveçle olan uzun savaşları Baltık Denizi’ne; Türkiye ile yüzyıllar boyunca sürdürdüğü mücadele Karadeniz’den Akdeniz’e İran ve Afganistan’a gösterdiği ilgi İndüs Vadisi’ne ulaşabilmek içindir.
Spykman, teorisindeki tek güç hakimiyetini önlemek için ABD’nin Avrupa’da ciddi bir faaliyet göstermesi gerektiğini savunmuştur. Bunun için her türlü uluslararası kuruluşlara destek verilmeli ve bu bölgelerin politik düzenleri de kontrol altında tutulmalıdır. Nitekim II. Dünya Savaşı’nın bitiminde ABD bu stratejiyi uygulamaya başlamıştır.
1 Temmuz 1944 yılında 44 ülkenin katıldığı yeni bir Bretton Woods sistemi kurulmuş oluyordu. Bu sistem çerçevesinde Uluslararası Para Fonu (IMF), daha sonra Dünya Bankasına dönüşen Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) kurulması kabul edilmiştir. Bu kuruluşlar uluslararası finans piyasalarını ve sermaye akımlarını düzenlemek, savaş sonrası Avrupa’nın kalkındırılması için gerekli kaynak ve projeler sağlamakla yükümlüdür. Bu kuruluşların fonlarında yaklaşık % 25’lik bir payla ABD en büyük paya sahip olduğuna göre, karar alma sürecinde en büyü söz sahibi de o olmuştur.
Tüm bu planların arkasında ABD’nin baş rol oynaması dikkat çekicidir ve bunun nedeni aslında kolayca açıklanabilir. Savaştan zarar görmemiş tek sınai güç olan Amerika Birleşik Devletleri 1945 yılında dünya altın rezervinin dörtte üçünü elinde bulundurmaktadır. Yani bir tek ABD, parasının altınla konvertibilitesini koruyabilmiştir. Bretton Woods sisteminin temeli olan bu konvertibilite, Amerikan Dolarını en üstün uluslararası para birimi, altın kadar sağlam ve getirisi olan likit bir aktif (rezerv para)haline getirmiştir. ABD dışına çıkan sermayesinin büyüklüğü, mal ve hizmet dış ticaretinin yarattığı fazlayı aşıp, ellili yıllarda ortalama bir hızla büyüyerek (çoğunlukla karşılıklı yardım ve doğrudan yatırımlar şeklinde) dünya ekonomisinin gelişmek için ihtiyaç duyduğu nakit akışını sağlamıştır.
 Bu şekilde üstünlüğü eline geçiren ABD, Avrupalı müttefikleri ile birlikte bu belirleyici olma özelliğini hiç elinden bırakmayacak ve tüm uluslararası kurumların politikalarının temel belirleyicisi konumunda kalacaktır. Devletlerin bu kadar artan oranlarla hükümetlerarası örgütler kurma veya onlara üye olma talebinde bulunması çoğu devletler açısından güvenlik, işbirliği, ilişkilerin düzenlenmesi ya da maliyetlerin düşürülmesi gibi anlamlar taşımasına karşın, büyük devletler için güçlerini pekiştirmek ve arzularını örgüt kanalıyla meşrulaştırarak elde etmek, gibi bir yönü de bulunmaktadır. ( Suat İLHAN, “Jeopolitik Çalışmaları”,  Hüsmen AKDENİZ, “Jeopolitik ve Jeostratejik Teoriler Kapsamında Küreselleşmenin Geleceği ve Türkiye”, Jacques ADDA, Ekonominin Küreselleşmesi eserlerinden faydalanılmıştır. )

5 Ağustos 2016 Cuma

ORTA ASYA 'DA SÜREGELEN RUSYA - ÇİN İLİŞKİLERİ, MÜCADELESİ VE TÜRKİYE 'NİN ETKİLERİ :

ORTA ASYA 'DA SÜREGELEN RUSYA - ÇİN İLİŞKİLERİ, MÜCADELESİ VE TÜRKİYE 'NİN ETKİLERİ :
Orta Asya'nın en yoksul ülkeleri Kırgızistan ve Tacikistan'da ticaret anlaşmalarıyla etkisini artıran Rusya, bölgenin en zenginleri olan Kazakistan ve Özbekistan nezdinde ise hem Kremlin'in bu ülkeler üzerinde denetim sağlama hırsının yol açtığı kaygı, hem de rakipleri Çin ve Türkiye'nin ekonomik hamleleri sebebiyle nüfuz kaybetti. Rusya'nın eski Sovyet bloğu üzerindeki kontrolünü gevşetmeye hiç niyeti olmadığı, son birkaç yılda iyice anlaşıldı. Ukrayna da bunun en son örneği. Moskova, her şeyden önce batı sınırlarını ve buradaki jeopolitik çıkarlarını güvende tutmaya ağırlık verse de, doğuyu da unutmadı.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Orta Asya'daki eski Sovyet cumhuriyetlerini Gümrük Birliği vasıtasıyla Kremlin'in yörüngesine çekme yönündeki siyasi projesi, Rusya'yı yeniden dünyanın en büyük kara parçasının beşte birinin yöneticisi konumuna getirmeyi amaçlayan daha büyük bir planın parçası. Rusya, 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bu yana çeşitli ekonomik anlaşmalar vasıtasıyla Orta Asya üzerindeki denetimini yeniden tesis etmeye çalışıyor.
Bu anlaşmaların ilk ve en bilineni, 1991 yılı sonlarına doğru kurulan, bağımsızlığını yeni ilan etmiş 12 ülkenin oluşturduğu Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) idi. 1993'te Ekonomik Birlik fikrini ortaya atan Rusya, iki yıl sonra Ocak 1995'te Belarus ve Kazakistan ile beraber Avrasya Gümrük Birliği'ni kurdu; bu ülkelere daha sonra Kırgızistan ve Tacikistan da katıldı.
Putin iktidara geldiğinde, eski Sovyet bölgesinin yeniden entegrasyonunu pekiştirmek istedi ve böylece birlik, beş ülke arasında imzalanan bir anlaşma ile Ekim 2000'de Avrasya Ekonomik Topluluğu'na dönüştürüldü. En nihayetinde gümrük engellerinin kaldırılması fikri doğdu ve 2007 yılında Rusya, Belarus ve Kazakistan, Gümrük Birliği'nin kurulması için anlaşma imzaladı.
O tarihten itibaren birlik fikri gelişti ve 2013 itibarıyla, kapılarını Orta Asya sınırları dışındaki ülkelere de açması düşünülen Avrasya Ekonomik Birliği'nin kurulması konuşulur oldu.
Kremlin'in ekonomik hamlesi, giderek bağımsızlaşan Orta Asyalı liderleri dizginleme amacı taşımaktadır. Rusya, Orta Asya'nın en yoksul ülkeleri Kırgızistan ve Tacikistan'da etkisini artırırken, en zenginler (Kazakistan ve Özbekistan) nezdinde nüfuz kaybetmeye başladı. Doğuda Çin ve güneyde Türkiye'nin rakip olarak ortaya çıkıp Moskova'nın bölgedeki gücüne meydan okuması da, Rusya'nın Orta Asya'ya ilişkin jeopolitik projesini zora sokmaktadır.
Putin'in bölgesel entegrasyon projesi, muhtemelen Çin'in ekonomi alanındaki genişlemesini önlemek yerine buna zemin hazırlayacaktır. Rusya'nın jeopolitik varlığını sürdürmek için Gümrük Birliği'nde Orta Asya devletlerine ihtiyacı varken, Çin, ekonomik menfaatlerinin peşinden gitmektedir. Rusya, askeri kudretine ve bölgedeki geleneksel yumuşak gücüne güvenirken, Çin, finansal gücünü ortaya koymaktadır.
Pekin (Doğu ve Güneydoğu Asya'daki komşularına karşı benimsediği şahince yaklaşımın aksine), Rusya'nın çıkarları ile topyekun çatışmaktan kaçınırken, Kremlin'in attığı yanlış adımları ve sınırlı kabiliyetleri de, hiç şüphesiz Çinli politika belirleyicilerin işine yaramaya başlamıştır. Bölgede giderek pozisyon kaybeden durgun Rus ekonomisi, Çin'in dikkatinden kaçmamıştır. Örneğin;  Rusya ve Orta Asya'nın toplam ticaret hacmi 2011 yılında 27,3 milyar dolara ulaşırken, Çin'in Orta Asya ile ticareti 2012'de 46 milyar doların üzerindeydi. Pekin, tek başına, Orta Asya'daki tüm eski Sovyet devletlerinin ana ticaret ortağı oldu.
Rusya'nın büyük ölçüde korktuğu üzere, Çin'in "ticaret devrimi" halen sürmektedir. Putin'in Avrasya ekonomik entegrasyon girişiminde Pekin'in büyük menfaati söz konusudur. Zira, Orta Asya'da serbest ticaret rejimi demek, Çin menşeyli mal ve yatırımların dolaşımı için daha iyi koşullar demektir. Keza, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping'in Avrasya ile "İpek Yolu" ekonomi kuşağını kurma önerisi de yatırım fırsatlarını destekleme amacı taşımaktadır.
Çin, petrol ve doğal gaz sondajından Orta Asya genelinde altyapı projelerine kadar pek çok farklı sektörde olmak üzere, Kazakistan-Özbekistan ve Kırgızistan ile anlaşmalar imzalamıştır.
Rusya, her ne kadar Çin'in enerji zengini Orta Asya'daki fırsatlardan bolca yararlanmasına alışmakta zorlansa da, olan oldu. Çinliler tarafından döşenen doğal gaz boru hatları, Orta Asya'nın bölgesel entegrasyonunu desteklerken, buradaki devletlerin hiçbirinin egemenliğini baltalamadan. Kazakistan ve Türkmenistan, Çin'in petrol ve doğal gaz boru hatları sayesinde enerji kaynaklarının rotasını Rusya'dan uzak şekilde yeniden belirleyerek Moskova'ya olan bağımlılıklarını azaltmış oldular. Bu itibarla 2020 yılı itibarıyla Çin, Orta Asya bölgesinden çıkan petrol ve doğal gazın en büyük müşterisi haline gelecektir. Benzer şekilde, Kırgızistan'da Çin finansmanı ile kurulmakta olan petrol rafinerisi de Kremlin'in yakıt arzındaki tekelini kıracağı düşünülmektedir.
Moskova karşısında daha bağımsız olma ihtimalini seçen bazı Orta Asya ülkeleri de, Rusya'nın entegrasyon girişimlerine giderek daha fazla direnmeye başlamışlardır. Rusya'nın siyasi projelerinden daima kaygı duyan Özbek siyasiler, 2012 yılında Kremlin liderliğindeki Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (CSTO) isimli güvenlik bloğuna üyeliğini askıya aldılar. CSTO, aslen 1992 yılında Rusya, Belarus, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan'ın katılımıyla bölgesel bir karşılıklı savunma ittifakı olarak kurulmuştur. CSTO'nun amacı, barışı desteklemek, uluslararası ve bölgesel güvenlik ve istikrarı pekiştirmek ve üye devletlerin bağımsızlığının, toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin kolektif olarak savunulmasını sağlamaktı. Özbekistan'ın GSYİH'sinin yüzde 16,3'ünü Rusya'dan gönderilen paralar oluştursa da, Taşkent, Rusya'nın sürekli işine karışmasını önlemek için böyle cesur bir hamlede bulundu. Cesaretinin kaynağı ise, Çin'in hali hazırda Özbekistan'daki en büyük yabancı yatırımcı olması da olabilir. Orta Asya'nın en zayıf ülkeleri Kırgızistan ve Tacikistan'da iddialı bir şekilde yeniden sahneye çıkan Rusya, buralardaki askeri varlığını artırıp, her iki ülkede de ordunun yeniden silahlandırılması için 1,5 milyar dolara yakın kaynak ayırmıştır.  Kremlin'in Kırgızistan ve Tacikistan'daki konumu hâlâ  sağlam görünmektedir. Kırgızistan Cumhuriyeti, Rusya'daki Kırgız göçmenlere iyi koşullar sağlar umuduyla 2011 yılında Gümrük Birliği üyeliğine başvurmuş, akabinde Kırgızistan Çalışma Bakanı, 2013 yılında 500 binden fazla Kırgız vatandaşın Rusya'ya gittiğini açıklamıştı.
Rusya'dan aktarılan paralara muhtaç ve nakit sıkışıklığı içinde olan Kırgızistan ve Tacikistan ekonomileri, Rus kentlerinde çalışan göçmenlerden gelecek paralara bel bağlamaktadır. Örneğin; Dünya Bankası verilerine  göre, yurtdışından gönderilen bu paralar, 2013 yılında Kırgızistan GSYİH'sinin yüzde 31'ine, Tacikistan GSYİH'sinin ise yüzde 48'ine tekabül etmektedir.
Aynı zamanda, Kırgızistan ve Tacikistan aynı zamanda su kaynaklarından yana zengin bir bölgede “yukarı-kıyıdaş” (yani suyun kaynağına yakın) ülkeler konumundadır. Rusya, Tacikistan’ın güneyindeki Amu Derya (Ceyhun) Nehri’nin Vahş bölgesi ile Siri Derya (Seyhun) Nehri’nin bir kolu olan Kırgızistan’ın orta kesmindeki Narın suyu üzerinde hidro enerji projelerine yatırım yapmaktadır. Su kaynakları üzerinde stratejik denetim sahibi olmak, Rusya için “aşağı-kıyıdaş” konumdaki Kazakistan ve Türkmenistan ile Kremlin’e sonradan sırt çeviren Özbekistan üzerinde nüfuz sağlama fırsatı demektir.
Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev, Kırgızistan’ın Gümrük Birliği’ne giriş konusundaki ekonomik taviz ve özel imtiyaz taleplerinin Rusya tarafından onaylanmasına karşı çıktı. Kazak lider, Gümrük Birliği'ndeki ortakları olan Rusya ve Belarus’a, Gümrük Birliği’ne katılmaya aday bir diğer ülke olan Ermenistan’ın da eski Sovyet Cumhuriyetlerinden Azerbaycan ile arasındaki toprak anlaşmazlığını henüz çözmediğini incelikli bir şekilde hatırlattı. Ardından Azerbaycan, Rusya’nın Ermenistan’ı Gümrük Birliği’ne alma niyetine ilişkin kaygısını açıkladı. Devlet Başkanı Nazarbayev ayrıca, Türkiye’nin de Gümrük Birliği’ne katılmasını önererek, Moskova’nın üstünlük kurma isteğine meydan okumuştur.
Kazak liderin bu düşüncesinin bir tesadüf olmadığı ; aslında Kremlin’in gücü karşısında, Türki Cumhuriyetlerin çıkarlarını dengelemek için yapılmış bir manevra olduğu da ortadadır. Orta Asya’daki Türki Cumhuriyetler ile Türkiye arasında kapsamlı ilişkiler geliştirilmesini öngören Pantürkçü görüşün de, bölge çapındaki büyük jeopolitik oyuna etki eden bir faktör olduğu da görülmektedir.
Bugün dünyanın en büyük onaltıncı ekonomisi olan ve en hızlı büyüyen ülkeler arasında yer alan Türkiye ve enerji zengini Orta Asya, birbirlerini daha büyük bir dikkatle takip etmektedir. Örneğin ; Türkiye’nin bölge ile olan ticaret hacmi, 2010 yılında 6,5 milyar doları bulurken, Türkiye’den yapılan doğrudan yabancı yatırımların toplamı 4,7 milyar dolar civarındaydı. İki bine yakın Türk şirketin faaliyet gösterdiği bölgede Türk müteahhitlerin projelerinin değeri 50 milyar dolar düzeyinde olmuştur.
Kazak Devlet Başkanı Nazarbayev’in, Türkiye’nin Rusya’nın entegrasyon planındaki rolüne dair sözleri son derece önemli ve ilginçtir : “Batı’da gittiğim her yerde bana ‘Sovyetler Birliği’ni mi kuruyorsunuz? Rusya’nın isteklerine uygun bir oluşuma mı gidiyorsunuz?’ diye soruluyor ve ben de böyle bir şey yapmadığımızı açıklamak mecburiyetinde kalıyorum. Türkiye’yi aramıza alırsak, bu soruların önünün kesilmesi mümkün olabilir.”
Kremlin’in son yıllardaki kazanımlarına rağmen, Rusya’nın Orta Asya’nın diğer bölgelerindeki kültürel etkisi ciddi şekilde azalmaktadır. Özbekistan’ın 12 yıl önce yaptığı gibi, Kazakistan da 2025 yılı itibarıyla resmi olarak Kiril alfabesinden Latin alfabesine geçilmesini öngören yasal düzenlemelerin temelini atmıştır. Kremlin, Orta Asya’daki geleneksel nüfuz kaynaklarını kaybederken, bölgeye dair arzuları da muhtemelen buradaki ekonomik faaliyetine bağlı olacaktır. Öte yandan, Çin de bölgede nispeten sahip olduğu ekonomik gücünü azami seviyeye çıkarmak için ekonomik hamlelerini sürdürecektir. Petrol zengini Orta Asya ülkeleri, Çin ve Rusya arasındaki rekabetten yararlanmak ve hatta Türkiye’yi de bu rekabetin içine çekmek suretiyle kendi oyun planlarını giderek daha fazla öne çıkarmayı başarmaktadırlar. (Sn.Baktıbek Beşimov'un Aljazeera Turk de yer alan bilgi ve görüşlerinden faydalanılmıştır.
.)

1 Ağustos 2016 Pazartesi

DARBE GİRİŞİMİ ZAMANLAMASI. .

DARBE GİRİŞİMİ ZAMANLAMASI ! ! !
Guney Kıbrıs Hükûmeti,  Doğu Akdeniz Havzasında petrol ve gaz araması için yeni ihaleye çıkacaklarını açıklamış, Delek Grubu, Enis,Total,Exxon Mobil, Statoil ve Katar Petrolleri ihaleye ilgi göstermiştir. ZAMANLAMA NE KADAR İLGİNÇ DEĞİL Mİ? BU NEDENLE BU OLAY VE GELİŞMELERİNİN ÜLKEMİZ GELECEĞİ AÇISINDAN NE KADAR ÖNEMLİ OLDUĞU,AYRICA SURİYE - MISIR - LÜBNAN - GAZZE VE HALİHAZIRDAKİ OLAYLAR AŞAĞIDAKİ BİLGİLER IŞIĞINDA BİR BAŞKA YÖNDEN DE BAKILARAK DAHA  İYİ ANLAŞILACAKTIR.
Doğu Akdeniz'deki (Leviathan Sahası) doğal gaz ve petrol rezervi yüz trilyon doları  buluyor. Söz konusu sahada TÜRKİYE, Mısır, İsrail, Suriye, Lübnan ve Rumların hak talep etmektedir.
Bu bağlamda bölgedeki kıyı devletlerinin her kilometrelik kıyı şeridi, son derece değerli binlerce mil kare deniz alanına dönüşmüştür. Mısır, Türkiye, Kıbrıs (GKRY ve KKTC), Lübnan, Suriye, İsrail ve Gazze Şeridi bölgedeki petrol ve doğal gazda hak sahibidir. BM Deniz Hukuku Sözleşmesine göre,  Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) adı verilen deniz alanlarının devletlerin kendi aralarında yapacakları anlaşma ile belirlenmesi gerekmektedir. 2009 yılına gelindiğinde İsrail’in kuzey sahili açıklarında Dalit ve Tamar olarak adlandırılan alanlarda trilyon metre küplük doğal gaz yatakları keşfedildi. 2010’da ise Leviathan diye adlandırılan alanda da yüksek miktarda doğal gaz ve petrol bulundu. Mısır’ın MEB’inde kalan Nil Deltasında da 2010 verilerine göre 200 milyar m3 gaz 1,8 milyar varil petrol bulunmaktadır. Görüldüğü gibi dünyanın kurulduğu bu bölge yine dünyanın kaderini belirleyecek gibi görünmektedir.
Doğu Akdeniz’i Kim Kontrol Edecek?
İsrail’in Lübnan ile deniz sınırı anlaşmazlığı var. KKTC’nin, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile anlaşmazlıkları var. Bu alanlar çok değerli. Tüm Avrupa’nın en az yüz yıllık petrol ve doğal gaz gereksinimlerini karşılayabilecek bir potansiyelin doğu Akdeniz çanağında olduğu anlaşılmıştır. Bu gelişmelerin ışığında 40 kilometrelik kıyı şeridine sahip Gazze’nin bile ne kadar stratejik ve değerli kaynaklara sahip olduğu ve İsrail’in Gazze’den neden vazgeçmediği daha kolay anlaşılabilir. Suriye de aynı pozisyondadır. ABD ve İsrail’e göre, Baascılar Suriye’de iktidarda olduğu sürece bölgedeki kadim düşmanlıklarının sona ermesi çok zor. Ayrıca bölge ülkelerinin siyasi ve ideolojik farklılıkları da MEB anlaşmalarını engellemektedir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) bu konuda en çok çaba gösteren taraftır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi; Mısır (2003), Lübnan (2007) ve İsrail’le (2010) yapılan anlaşmalarla, Kıbrıs’a ait olduğunu iddia ettiği MEB sınırlarını belirlemiş ve kendi alanında deneme sondajlarına başlamıştır. GKRY KKTC’yi dikkate almadan kendi MEB’ini de ilan etmiştir. Bu bölgede de 100 yıl yetecek kadar doğalgaz rezervi bulunduğunu söylenmektedir KKTC’nin uluslararası alanda tanınmaması nedeniyle bölgede ciddi bir anlaşmazlık söz konusudur. Meis Adası etrafındaki aidiyeti belirsiz adalar nedeniyle anılan bölgede Türkiye-Yunanistan arasında da MEB anlaşmazlığı devam etmektedir. Türkiye bu alandaki çalışmalara karşı çıkmaktadır.
Petrol ve doğal gaz rezervleri nedeniyle, Mısır’dan başlayarak Samandağ’daki Türkiye-Suriye deniz sınır noktasına kadar devam eden kıyı şeridinin kontrolü, Mısır, Suriye, Lübnan ve hatta Türkiye’de yaşanan ve yaşanması beklenen gelişmelerin en temel stratejik nedenidir. Mısır’da Mursi’nin iktidara gelmesine onay veren ABD, neden General Sisi’yi desteklemektedir? Mursi iktidarı ile Türkiye –Mısır ilişkilerinin çağ atladığı söylenebilirdi. Batı, İran tabanlı Şii zincirini kırmaya çalışırken, Türkiye’nin Mısır ve Suriye’deki Müslüman Kardeşler ve Hamas üzerinden bölgede Sünni bir zincir kurulacağı algısı doğmuştur. Bu algıyı, Türkiye’nin aslında reel duruma son derece uygun kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ile olan ciddi yakınlaşması daha da güçlendirmiştir. Türkiye’nin bölgedeki stratejik yaklaşımları, sadece ABD’yi değil ciddi bir şekilde İsrail, Irak merkezi hükümeti, İran ve S. Arabistan’ı da rahatsız etti. Belkide, 2010 yılında bozulan Türkiye-İsrail ilişkileri, ortak stratejik çıkar paydasında düzelebilmiş olsaydı. Suriye ve Mısır’daki gelişmeler olmayabilirdi. ABD, İsrail ve İngiltere’nin en büyük korkusu, Mısır ve Suriye’de iktidara gelen/gelecek aynı görüşteki iktidarlar vasıtasıyla Doğu Akdeniz’in Türkiye’nin dolaylı kontrolüne girmesi olasılığı olabilir. Bu korkuya Türkiye’nin kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ile olası ekonomik bütünleşmesi de dâhildir. Bu gelişmeler de, İsrail’in enerji ve güvenlik eksenini Türkiye’den vazgeçerek GKRY ve Yunanistan yönünde değiştirmesine neden olarak, 2010 Aralık ayında İsrail-GKRY arasında MEB anlaşması imzalandı. Neticesinde; Leviathan bölgesi başta olmak üzere denizden petrol ve doğal gaz çıkarılması, bunların depolanması ve pazarlanması konusunda işbirliği kararı alındı. Ayrıca İsrail GKRY’den deniz ve hava üssü talep eti.Türkiye, 2007’den itibaren jeopolitik gerçeklik faktörlerine çok uygun olarak İran-Kuzey Irak- Suriye-Ürdün-Lübnan jeostratejik eksenini ekonomik ve ticari paydada birleştirmeye çalıştı. Böylece bölgede siyasi bir bütünleşme ve buna bağlı olarak güvenlik yönüyle bir istikrar sağlanabileceği düşünülmüştü. Ancak ABD ve AB’nin lider ülkelerinin bölgedeki güvenlik ve ekonomik politikaları İsrail’in stratejik çıkarları üzerine bina edilmişti. Bu bağlamda Suriye ve İran İsrail’in en öncelikli rakipleri olarak görüldü. Nükleer silahlanma peşinde olmakla suçlanan ve uzun süredir ambargo altındaki İran’a doğrudan bir müdahale dünya ve bölgesel güvenlik için çok riskli olduğu düşünüldüğünden, öncelik Suriye’ye verildi. Suriye ; İran, Lübnan ve Rusya’dan koparılmalıydı. Türkiye - Suriye ilişkileri iki millet tek devlet nitelemesini hak edecek bir seviyeye çıkmışken, bu süreç bozulmasaydı bölgemiz çok daha güvenli ve istikrarlı olabilirdi. Sürecin bozulmasındaki en önemli faktörün 2010 yılında bozulan Türkiye-İsrail ilişkileri olduğu bir gerçektir. İsrail kadim düşmanı Suriye’nin Türkiye ile yakınlaşmasının kendi güvenliğini tehdit ettiğini açıkça görerek korkuya kapıldı. Doksanlı yıllarda Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne yerleştirilmesi planlanan NATO Füze Kalkanı Projesinin Türk topraklarına konuşlandırılması dayatılarak, Türkiye’nin Rusya, İran ve Suriye ile olan iyi ilişkilerinin yara alması sağlandı. Böylece, Türkiye bölgede güven kaybına uğradı. Ayrıca İran - Irak-Suriye - Lübnan’ın oluşturduğu Şii zincirinden Suriye’nin çıkarılması ve Batı ekonomik ve siyasi sistemi ile bütünleşmesi sağlanmadan, Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının kontrolü kesinlikle sağlanamazdı. Türkiye Suriye ile olan iyi ilişkilerine dayanarak bu konuda çok çaba sarf etmesine  başarılamadı. Ortada İran ve Rusya (SSCB)  ile olan yarım asırlık stratejik bir ortaklık varken, Suriye yönetimi de eksen değişimini göze alacak cesareti gösteremedi. ABD ve İsrail’in korkusu sadece Türkiye’nin bölgede artan siyasi gücü iken bardağı taşıran son damla 2011 Temmuz ayında Çin-Irak-İran-Suriye arasında imzalanan bir anlaşma oldu. Anlaşmaya göre İran gazı bir boru hattı ile doğu Akdeniz’e akıtılacaktı. Bu proje ile Çin, İran üzerinden doğu Akdeniz’e bağlanacak ve bölgede söz sahibi bir ülke konumuna gelecekti. ABD’nin Rusya ve Çin gibi ciddi siyasi ve askeri rakiplerinin de bölgede tutunması engellenmeliydi.  Suriye’de bugün yaşanan iç savaşa kadar giden ciddi ve organize demokrasi istekler ise söz konusu anlaşmadan sadece altı ay sonra başlamıştır. Halen İsrail'in işgali altında ki Golan Tepeleri altında bulunan doğalgaz ve petrol rezervleri de Suriye nin olumsuz geleceğinde rol oynamıştır.
 Mısır’da ise;  Mursi’nin iktidara gelmesi Türkiye - Mısır siyasi ve ekonomik ilişkilerini olumlu yönde etkiledi. Bu bağlamda Türkiye’nin Mısır üzerinden Lübnan, Suriye, Filistin, Hamas üzerindeki siyasi gücü göreceli olarak arttı. Mursi’nin Türkiye açısından en önemli dış politika kararı ise 2003 yılında GKRY ile imzalanan MEB anlaşmasını Mart 2013 ‘de feshetmesi oldu. Mursi bir yıl önce de Nisan 2012’de İsrail ile doğal gaz sevk anlaşmasını uygulamadan kaldırmıştı. Mısır’ın GKRY ile olan MEB anlaşmasını feshetmesi halen sondaj yaptığı deniz alanlarının hukukiliğini göreceli olarak ortadan kaldırdı. Ayrıca GKRY - İsrail MEB anlaşmasının da bütünlüğü bozulmuş oldu. Mısır’ın GKRY ile olan MEB anlaşmasını feshetmesinde Türkiye’nin etkili olduğu değerlendirmeleri yapıldı. Böylece başta İsrail olmak üzere uzak yakın birçok ülke,  Türkiye - Mısır ortaklığının bölgedeki stratejik, ekonomik ve ticari çıkarları etkileyerek siyasi ve askeri dengeleri değiştirebileceği korkusuna kapıldı. MEB anlaşmasının iptal edilmesinden iki ay sonra Mısır’da Mursi karşıtı olaylar başladı. Hiç şüphesiz Mursi’nin yönetimsel açıdan son derece ciddi hataları oldu. Ancak olayları doğu Akdeniz çanağındaki tüm siyasi, ekonomik ve askeri gelişmeler ışığında değerlendirmek daha uygun görünüyor. Bugün Ortadoğu’nun Akdeniz bölgesinde yaşanan olaylar, önümüzdeki en az yüz yıllık bir yansımanın hedef ve stratejilerinden ibarettir. Mücadelenin, Kıbrıs, hatta Girit ve Doğu Akdeniz’in siyasi coğrafyasının yeniden belirlenmesi üzerinde yapılmakta olduğu görülüyor.
Bölgede, ABD ve Rusya başrolde gözükürken yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler Kıbrıs’ı yeniden bölgenin en stratejik coğrafyası haline getirmiştir. ABD’nin en büyük stratejik ortağı İsrail eksen değiştirerek Kıbrıs’a yönelirken, bu ikiliye Yunanistan ında izin verildiği ölçüde dâhil olacağı gözükmektedir. Akdeniz’de son tutunma noktası Suriye’yi kaybetme olasılığı Rusya’yı da aynı istikamete yönlendirmiştir. Bölgede askeri mücadelenin deniz kuvvetleri arasında yapılacağı, Akdeniz’de ki deniz gücü üstünlüğü kimde ise zafere daha yakın olacağı tahmin edilmektedir. (TASAM ve Sn.Zeynep Dereli 'den fikir ve bilgi bağlamında faydalanılmıştır.)