23 Aralık 2014 Salı

HEDGE FONU NEDİR ?

HEDGE FONU NEDİR ?
'Hedge Fon' terimi, genellikle kısa vadeli hareket eden ve yüksek kar amacıyla piyasadan piyasaya dolaşan fonları ifade ediyor. Bu fonlar yüksek kar gördüğü yerlere hızla girip, karlar düşünce hızla çıkıyorlar. Pek çok ekonomist, bu fonları küresel ekonomide krize neden olabilen en önemli etmenler arasında gösteriyor. Hedge fonların en ünlü örneğini 'para sihirbazı' denen ünlü yatırımcı George Soros'un şirketleri oluşturuyor.
Şu anda 7 bin ila 9 bin arasındaki Hedge fon ABD'deki 1 trilyon dolara civarındaki dev bir varlığı yönetiyor ve bu büyüklük de ABD'de borsalarında işlem gören varlıkların toplam değerinin yüzde 20'si anlamına geliyor. Ancak Hedge Fonların çoğunlukla borç para da kullanarak daha büyük pozisyonlar aldığı tahmin ediliyor.
Hedge fonları, yönetilmesi ve paranın bir havuza toplanması bakımından diğer yatırım fonları ile benzerlik gösterirler. Tarihi olarak ise ilk hedge fonu örneği, 1949 yılında yatırım danışmanı Alfred Winston Jones tarafından hisse senetleri üzerine uzun ve kısa vadede oluşturulan yatırım fonudur. 1990’lı yıllardan 2008 yılında yaşanan küresel kriz dönemine kadar Hedge fonları patlama dönemini yaşamıştır. Hatta Hedge fonlarının yaşanan küresel krizin nedenlerinden olduğu ve kriz öncesinde fonların toplam tutarının 2 trilyon doları geçtiği bilinmektedir.
Hedge Fonlarının ÖZELLİKLERİ ;
*Hedge fonları, korunma amaçlı fonlar olarak adlandırılmasına rağmen yüksek risk içermektedir.
*Ünlü fon yöneticileri tarafından yönetilmektedir.
*Finansal kaldıraca dayalı girişken yatırım stratejileri vardır.
*Yüksek getiri potansiyelleri ile bilinmektedir.
*Hedge fonunu yöneten kişiler fonun ortağıdır.
*Fon için yatırılan paranın belli bir süre fon hesabında tutulması zorunludur ve minimum 1 yıldır.
*Çok hızlı büyürler ve bu nedenle geniş bir yatırım çevresinin dikkatini çekmiştir.
*Risklerinin en önemli kısmını, yüksek kar için yüksek kaldıraçla çalışmalarıdır.
*Yüksek kazanç getirmelerinin bir nedeni de, denetimlerin az olmasından kaynaklanmaktadır.
*Karmaşık prensiplerle çalışmaktadır ve piyasa trendi, olay tabanlı, arbitraj olmak üzere 3 temel yatırım stratejisi ile hareket eder.
*Fon yönetimi karın %20’sini alır.
"Hedge fonlarının en önemli olumsuz etkisi, yüksek risk içermeleridir. Bu yüksek orandaki risk nedeniyle, finansal sistemdeki denge bozulabilmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin yerel maliye veya para politikalarının etkinliği azalabilmektedir. Yüksek getiri beklentisiyle girilen hedge fonları iflasa götürebilir. Hedge fonları zeki ve profesyonel olan fon yöneticileri tarafından yönetilmediği zaman büyük riskler söz konusu olacaktır."
Hedge fonlarında 3 temel yatırım stratejisi kullanılmaktadır. Bu stratejiler; piyasa trendi, olay tabanlı ve arbitraj stratejileridir. Piyasa trendi stratejisi ; tahmin edeceğiniz üzere makro gelişmeler üzerine oluşturulmuş yatırım stratejileridir. Olay tabanlı yatırım stratejisi ile; bir şirkete yönelik olumlu veya olumsuz gelişmelere göre hareket edilmesidir. Arbitraj stratejisinde de; riski aynı olup, getirisi farklı olan enstrümanlar arasında getiri farkından yararlanmak amacıyla uygulanan stratejidir.
erbest yatırım fonlarına yalnızca kuruldukları ülkede yatırım yapılmamaktadır. Özellikle vergi anlamında avantajları nedeniyle offshore diye adlandırılan fonlara ülke dışında da yatırım yapılması mümkündür.
SPK tarafından serbest yatırım fonu olarak adlandırılan ve nitelikli yatırımcıların sahip olabildiği hedge fonlarına, en az 1 milyon Türk lirası veya yabancı sermaye ödeyerek sahip olunabilmektedir. Nitelikli yatırımcı olarak kastedilen ise emeklilik fonları, aracı kurumlar, bankalar, sigorta şirketleri, emekli yardım sandıkları, vakıflar, kamuya yararlı derneklerdir.
Ülkemizde SPK mevzuatına uygun bir şekilde kurulmuş 23 hedge fon olduğu bilinmektedir ve bu fonların tamamı İstanbul’da yerleşiktir.
Hedge fonlarının bilinen en büyük avantajları, finansal sisteme likidite sağlamalarıdır. Bu sayede fiyatların belirlenmesine ve bilginin doğru, etkin bir şekilde kullanılmasına yardımcı olurlar. Sonuçta da küresel portföylerde çeşitlilik sağlayarak piyasalara ve yatırımcılara yardımcı olmaktadır. Yüksek riski göze alan yatırımcılar için yüksek getiri sağlamaktadır. Ekonominin kötü olduğu durumlarda bile yüksek kazanç getirebilirler. Uzun vadeli yatırım için en iyi yatırım araçlarındandır.
Hedge fonları her piyasa koşulunda iyi performans gösterebilmeleri için tasarlanmıştır. İyi fon yöneticileri tarafından yönetildikleri sürece riskler kontrol altına alınarak, yüksek kazanç getirmektedir. Hedge fonlar finans dünyasının etkili oyuncularıdır.
Son Yılların Kazandıran Hedge Fonları ;
Son yılların en karlı Hedge fonlarını araştırdığımız zaman karşımıza çıkan fonlar ; 
*Direxion Daily Gold Miners Bear 3X Shares Hedge Fonu ;son yılların en karlı Hedge fonudur. %233,7 oranında karlı olan fon, 8 Aralık 2010 tarihinde 89,2469 net varlıkla kurulmuştur. 12 aylık periyoda % 96,1 oranında artış göstermektedir. Morgan Stanley ve Dreyfus Treasury Primary Cash isimlerini barındırmaktadır.
*JPMorgan Double Short US 10 Year Treasury Futures ETN Hedge Fonu; %90,86 oranında karlıdır. Amerika Birleşik Devletleri JPMorgan Chase & Co tarafından kurulan ve borsada işlem gören bir Hedge fonudur. 5 Ekim 2010 tarihinde kurulmuştur. 3 Ağustos 2013 tarihinde net aktif değeri 40, 6773 olmuştur. Fonun %200 kaldıraç oranı vardır.
*The Direxion Daily Semiconductors Bull 3X Shares Hedge Fonu ; Intel, Morgan Stanley Institutional gibi isimleri içerir % 90,89 karlıdır. 11 Mart 2010 tarihinde kurulmuştur ve o günden bu zamana %300 kaldıraçla yönetilmektedir.
*Direxion Daily Financial Bull 3X Shares Hedge Fonu; Morgan Stanley, JPMorgan Chase, Berkshire Hathaway, Citigroup ve Bank of Amerika gibi isimleri içerir. % 91,68 karlıdır. % 300 kaldıraç ile yönetilmektedir.
*ProShars UltraPro Financials Hedge Fonu; Dow Jones Finans Endeksi’nin günlük performansı üzerine kurulu olup % 94,14 oranında karlıdır. American Express, American International Group, Goldman Sasch gibi isimleri barındıran fon, 12 Temmuz 2012 tarihinde kurulmuştur.

YEDİ KIZKARDEŞLER

YEDİ KIZKARDEŞLER ;
Eski bir ilaç satıcısı olan John D. Rockefeller, 1800`lerin son çeyreğinde petrol işine girer ve işlerini inanılmaz bir hızla büyütür. 1870`e gelindiğinde, rakiplerinin çoğunu gizlice satın almış %27`sine bizzat sahip olduğu, o zamanlar Amerikan Petrolü`nün %10`undan fazlasını üreten "Standart Oil Company" adında bir şirket kurmuştur.
Petrol endüstrisinin "üreticiler" ve "Rafinericiler" olarak iki büyük gruba ayrıldığı o günlerde, "Merkezi Rafinericiler Birliği" Başkanı olan Rockefeller yaptığı manevralar ile sektörde kontrolün tamamen Rafinericilerin elinde geçmesini sağlayarak, 1883`de, kıtanın tamamında tek söz sahibi olan "Standart Oil Tekeli"ni oluşturmuştur. 1885`e gelindiğinde, Standart Oil, pek çok devletten fazla geliri olan, gelirinin %70`den fazlasını kıtalar arası ticaretten elde eden ve sahip olduğu devasa gelir sayesinde kendi istihbarat teşkilatını kurarak rakipleri, devlet başkanları ve hedef pazarları hakkında bilgi edinen "Devlet içinde devlet" haline gelmiştir. 
1907`de, özel savcı Frank Kellog Standart Oil`in, o zamanın şartlarında inanılmaz bir rakam olan milyar dolar üzeri karları ile, Sherman Yasası (Antikartel Yasası) uyarınca tekel oluşturduğuna dair bir rapor hazırlamış ve neticesinde 1911`de Amerikan Yüksek Mahkemesi Standart Oil Tekeli`nin dağıtılmasına karar vermiştir. Böylece ortaya EXXON, MOBIL ve CHEVRON çıkmıştır... 1901'de Teksas'taki Spindletop da petrol bulunmasıyla GULF ve TEXACO da pazarın büyüğü olarak bu üçlüye katılmış, ortaya çıkan 5 şirket dünya petrol piyasasında söz sahibi olacak grubun Abd tarafını oluşturmuştur.Bu gruba İngiltere'deki ROYAL DUTCH SHELL ve BRITISH PETROLEUM'de katılarak söz sahibi en büyük 7 şirket ortaya çıkmıştır.1927 yılında, tarihte her zaman süregelen Abd - İngiltere rekabeti ortadan kalkarak, Abd - İngiltere ortaklığına dönüşmüştür.
"YEDİ KIZKARDEŞLER" deyimi üçü Standart Oil`in dağılması sonucu ortaya çıkan 7 büyük petrol şirketi için italyan devlet adamı Enrico Mattei`nin kullandığı ve popülerleşen bir deyimdir. 
Söz konusu yedi şirketin zamanla isim değişikleri ve birleşmeleri bile Tekel`in dağıtılmasının ne oranda başarılı olduğu hakkında bize büyük ipuçları veriyor: 
1. Standard Oil of New Jersey (Esso): (Sonradan Mobil ile birleşerek ExxonMobil) 
2. Royal Dutch SHELL 
3. Anglo-Persian Oil Company (şu anda BP olarak tanınıyor) 
4. Standard Oil Co. of New York("Socony"). (Sonradan Exxon ile birleşek ExxonMobil oldu)
5. Standard Oil of California ("Socal"). (Sonradan Chevron adını aldı ve Texaco ile birleşerek ChevronTexaco`ya dönüştü. Daha sonra `Texaco` ekini terkederek Chevron adını tekrar kullanmaya başladı) 
6. Gulf Oil(1985`de büyük oranda Chevron tarafından satın alındı) 
7. Texaco (2001`de Chevron ile birleşti) 
İşte 7 ayrı şirket olarak görünmesine rağmen aslında tek ve birlikte hareket eden bu grup ortaya çıkan inanılmaz güçleriyle dünya politikalarına yön vermekte, hatta onlardan habersiz hareket edildiğinde kısaca kendi politikalarını oluşturmaya çalışan devletleri de rahatlıkla cezalandırabilmektedirler. Bahsettiğim cezalalandırma şekilleri yada dünyada sûni olarak oluşturulan savaşlar ve ekonomik krizler malumunuzdur.

ÇİN VE REZERV PARA

Çin, Amerika'nın üretim üssü...Çin,üretip kazancını DOLAR olarak biriktiriyor. Amerika ise Çin'e borçlanarak tüketiyor.Çin'in elinde 3 trilyon dolar fazla para var.Bu paranın büyük bölümü Amerika'ya kredi olarak verildi.Bir kısmı ile EURO'ya yöneldi.Çin'in Euro'ya yönelmesi Wall Street'i korkuttu.Doların egemenliği biterse, kısaca Dolar rezerv para olmaktan çıkarsa ABD diye bir şey ortada kalamazdı.Bu nedenle Euro'nun zarar görmesi gerekiyordu. Euro'nun zarar görmesi ise Avrupa devletlerinde kriz oluşmasından geçer. Avrupa'nın yumuşak karnı Akdeniz'e sınırı olan ülkelerde oluşturulan krizlerle Avrupa kısaca Euro zarar gördü.Buradaki esas mesaj ise Çin'e verildi.Çin rezerv para olarak Dolar'ı kullanmaya devam etmeliydi.Ayrıca, bu sayede Dolar'ın devamlı değer kazanması,gelişmekte olan ülkeleri de vurarak borçlarının katlanmasına yol açtı.

BRETTON WOODS ANLAŞMASI

BRETTON WOODS ANLAŞMASI; II. Dünya Savaşı sonrasında kambiyo kurlarının dünya ticaretini geliştirici bir sisteme göre saptanması için yeni yöntemler aranmış ve bu çalışmalar sonucunda Temmuz 1944'te ABD'nin New Hampshire eyaletinin küçük bir beldesi olan Bretton Woods'da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans konferansında imzalanan "Uluslararası Para Anlaşması" ile uluslararası ödemelerde kullanılacak yeni bir sistem geliştirilmiştir. Doğu bloku ülkeleri dışındaki 44 ülkeden 730 delegenin katıldığı bu anlaşma ile katılan ülke paralan için sabit kur esası benimsenmiş ve anlaşmaya katılan her ülkenin parasının değerinin, dolar esas alınarak saptanması kabul edilmiştir.
Uluslararası para sisteminin kurallarını belirleyen bu anlaşma, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) kurulmasına karar vermiştir. Bu kurumlar, 1946'da, yeterli sayıda ülke anlaşmayı imzalayınca faaliyete geçmiştir.
Bretton Woods anlaşmasıyla ortaya çıkan yeni uluslararası para sisteminin özellikleri şöyledir:
1- Anlaşmaya katılan ve parasını altına dönüştürülebilir yapmayı kabul eden her ülkenin parasının değeri dolara göre saptanmıştır. dolar altın ile dönüştürülebilirliğini koruyan tek ulusal para olarak kalmıştır. Anlaşma ile 1 ons altın = 35 dolar ya da 1 dolar 0,88867 gr. altın olarak belirlenmiş ve ABD dış talep olduğunda doları bu parite'si üzerinden altına çevirmeyi kabul etmiştir.
2- Anlaşma, ancak çok özel ve düzeltilmesi olanaksız parasal dengesizliklerde herhangi bir ülkeye, parasının dolara karşısındaki değerini değiştirme olanağı tanımaktadır. Bu tür düzeltmeler için öngörülmüş olan devalüasyon ve revalüasyon oranları en çok % 10 dur. Ancak söz konusu ekonominin yapısından doğan dengesizlikler nedeni ile ayarlama ile yapılacak değişiklik % 10'u aşacaksa, bu takdirde IMF’nin izni gerekecektir.
Bretton Woods'la getirilen bu sistem ancak 1971 yılına kadar devam edebilmiştir. ABD, içinde bulunduğu ekonomik güçlükler nedeniyle 1971 yılında doların altına dönüştürülebilirliğini kaldırmıştır. ABD'yi buna iten zorunluluklar, dış ticaretinin büyük boyutlara varan açıklar vermesi ile borçlu ülkeler arasına girmesi olmuştur.
Doların devalüe edilmesi ve altına dönüştürülebilirliğinin kaldırılmasıyla ortaya çıkan uluslararası para krizi , Bretton Woods ile getirilmiş olan altın döviz standardı sisteminin sonu olmuştur. Bu sistemin yerine, üzerinde 1963 yılından beri çalışmaların sürdürüldüğü Özel Çekme Hakları (Special Drawing Rights – SDR) sistemi yürürlüğe girmiştir.
IMF tarafından ilk kez 1970 yılında uygulanmaya koyulan bu sistemde, kuruluş uluslararası bir merkez bankası gibi düşünülmüş, bu kuruluşun hesapları ve açacağı krediler SDR cinsinden ifade edilmeye başlanmıştır. Bu yönüyle SDR, hem bir uluslararası para birimi, hem de bir kredi türü olmuştur.
Uluslararası para birimi olarak SDR'nin değeri ilk yıllarda Bretton Woods sisteminde olduğu gibi 0.88867 gram saf altınla ifade edilmiştir. Benimsenen bu değerlendirme tekniğine göre SDR'nin altın değeri sabit kabul edildiğinden SDR'ye "kâğıt-altın" da denilmiştir. Ancak çeşitli paraların altın karşısında değer kaybetmesi SDR'nin değerini giderek arttırmış ve 1974 yılından itibaren SDR'nin altınla ilişkisi tamamen kesilerek "sepet tekniği" adı verilen yeni bir değerlendirme şekli geliştirilmiştir. IMF tarafından geliştirilen bu teknikte, SDR'nin değeri gelişmiş batılı 16 ülkenin paralarının belirli oranlarda birleşmesiyle hesaplanmaya başlamıştır.
1981 yılından itibaren SDR'nin yapısı basitleştirilmiş ve değeri ABD Doları, Japon Yeni, Batı Alman Markı, İngiliz Sterlini ve Fransız Frankı'ndan oluşan beşli bir sepete bağlanmıştır.Ancak son yıllarda Avrupa Birliği ülkelerinin para birimi olarak Euro’ya geçmesi dolayısıyla Alman Markı ve Fransız Frangı yerini Euro’ya bırakmıştır. Artık SDR değerinin belirlenmesinde dört para birimi geçerlidir.
SDR sisteminin uygulanması ile IMF'ye üye ülkeler ödemeler bilançosu açıklarını kapatmak veya döviz ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla , IMF'nin diğer kaynaklarına ek olarak , kendilerine tanınan belirli SDR kotaları çerçevesinde IMF'den kredi alabilmektedirler. Kotalar, her üye ülkenin milli geliri, döviz rezervi, dış ticaret dengesi ve diğer ekonomik göstergeleri dikkate alınarak saptanmaktadır. Üye ülkeler kotalarının % 25'ini altın, % 75'ini de milli paraları cinsinden IMF'de bulundurmakta ve buna karşılık gerektiğinde belirli sınırlar içinde kredi kullanmaktadırlar.
Halen bir uluslararası para birimi olarak sadece devletler ve Merkez Bankaları arasında kullanılan SDR'nin ticaret ve bankacılık işlemlerinde kullanılması amacıyla çalışmalar sürdürülmektedir.
Ancak uluslararası alanda SDR'nin yaygınlaştırılması çabaları etkili olamamaktadır. Nitekim günümüzde gelişmiş ülkeler genellikle paralarını dalgalanmaya bırakırlarken, gelişmekte olan ülkeler güçlü bir paraya bağlı kalmayı ve uluslararası para piyasalarındaki gelişmeleri yakından izleyerek paralarını sık sık ayarlamayı benimsemektedirler. Öte yandan Avrupa Ekonomik Topluluğu'na üye ülkeler 1979 yılından itibaren Avrupa Para Sistemi'ne geçmiş bulunmaktadırlar. Bu gelişmelere rağmen, günümüzde yeni bir uluslararası para sistemi kurulması konusunda çalışmalar sürdürülmektedir.

ULUSLARARASI REZERV

ULUSLARARASI REZERV, herhangi bir para biriminin merkez bankaları ve para üstünde söz sahibi kuruluşlarca tutulan miktarıdır. Ancak günümüz koşullarında uluslararası rezerv terimi bu kurumların elinde tuttuğu döviz, altın ve özel çekme haklarını da kapsar. Günümüzde uluslararası rezervlerde baskın para birimi Amerikan dolarıdır. Bunun yanı sıra avro büyük bir yüzde teşkil etmektedir. Japon Yeni, İngiliz Sterlini ve Çin Yuanı uluslararası rezervlerde payını arttıran paralardır.

7 Aralık 2014 Pazar

AB - ABD TRANSATLANTİK TİCARET VE YATIRIM ORTAKLIĞI (TTIP) VE TÜRKİYE ;

AB - ABD TRANSATLANTİK TİCARET VE YATIRIM ORTAKLIĞI (TTIP) VE TÜRKİYE ;
Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında oluşturulmuş Yüksek Seviyeli Çalışma Grubu “Nihai Rapor”unda iki ekonomi arasında ticari ve yatırım ilişkilerini ele alan kapsamlı bir anlaşmanın yapılması önerisini getirmiştir. 
Mevcut ampirik çalışmalar bu girişimin iki taraf arasındaki (özellikle iç düzenlemelere ilişkin) engelleri kaldırarak istihdam ve büyüme konusunda ciddi katkı sağlayacağını ortaya koymaktadır. Uzun ve zorlu müzakereler sonrasında oluşturulacak ve daha “derin” ve “ticaretle ilişkili konu”ları da kapsaması beklenilen TTIP’nin en önemli etkilerinden birisi ise özellikle yükselmekte olan ülkeler karşısında -yaşadıkları ekonomik krizin de etkisiyle- gerek küresel ticaret müzakerelerinde gerekse rekabet edebilirlik düzeyinde görece güç kaybeden ABD ve AB’nin, dünya ticaret sisteminde “oyunun kurallarını” yeniden belirleyecek bir güce sahip olma yollarının açılmasıdır.
TTIP, ABD ürünlerine AB üzerinden Türk pazarına serbest bir giriş imkanı sağlarken Türkiye’nin ABD’ye ihracatı gümrük vergisi vb. uygulamalara tabi olmaya devam edecektir. Bu durum, bir yandan ABD ile mevcut ticaret dengesini olumsuz etkileyecek, diğer yandan ise Türk ürünlerinin AB ürünleri karşısında ABD pazarındaki rekabet imkanını azaltacaktır. Daha önemlisi, TTIP Türkiye’nin dış ticaretinde çok önemli bir paya sahip olan bu iki ekonomiyle mal ve hizmet ticareti ve yatırımlar alanında yeni belirlenecek düzenlemeler ve normlara göre hareket etmesini gerektirecektir. Bu şartlar altında, Türkiye’nin ABD ile bir Serbest Ticaret Anlaşması yapması giderek ve artan şekilde önem kazanmaktadır. 
Bu gelişme iki açıdan büyük bir önem taşımaktadır. İlk olarak, bu karar bu güne kadar bir serbest ticaret alanı oluşturulması konusunda atılmış en iddialı girişimin başlangıcını oluşturmaktadır. AB ve ABD’nin dünya hâsılasının yaklaşık olarak yarısını (% 46,7) ve dünya ticaretinin yaklaşık olarak üçte birini (% 30,4) teşkil ettiği; karşılıklı yatırımların toplam değerinin ise 3.7 trilyon dolar olduğu düşünüldüğünde, iki taraf arasındaki ticaret ve yatırım ilişkinin boyutlarının dünya ekonomisi açısından ne ifade ettiği daha iyi anlaşılacaktır. İkinci önemli konu ise, böyle bir anlaşma yoluyla tarafların daha önce uluslararası platformda üzerinde mutabakata varılamamış ya da yeterli ilerlemenin kaydedilemediği pek çok alanda “ileri düzenlemeler” yapmak suretiyle bir anlamda küresel kuralları belirleyecek kapasiteye ve güce ulaşmalarıdır. Bu bağlamda, müzakerelerin ticarete ”sınırda” düzenleme ve kısıtlama getiren gümrük tarifelerinin çok ötesinde, “sınır ardı” (beyond-the-border) diye adlandırılan konuların ele alınacağı kapsamlı (comprehensive) bir zemine oturtulması ve küresel ticaretin tabi olacağı yeni kurallara emsal teşkil etmesi beklenmektedir.
Tabiatıyla, bu girişimin gerek iki taraf, gerekse -Türkiye de dâhil olmak üzere- üçüncü ülkeler ve dünya ekonomisi üzerinde oluşturacağı etki dikkatlerin bu yöne çekilmesine yol açmıştır. Günümüzde AB ya da ABD’den en az bir tanesinin, ihraç pazarında öncelikli ülkeler arasında olmadığı bir ülke yok denecek kadar azdır. Örneğin bu iki ekonominin Türkiye’nin toplam ihracatındaki payları 2012 yılı itibarıyla yaklaşık olarak % 42,5 olmuştur. Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı sermayenin (FDI), beşte dördünden fazlası Avrupa Birliği ve ABD kaynaklıdır.
(Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı)

6 Aralık 2014 Cumartesi

Yeni bir Avrupa ile Yaşamak - ABD AÇISINDAN AB'NE BAKIŞ..

Yeni bir Avrupa ile Yaşamak - ABD AÇISINDAN AB'NE BAKIŞ..
Transatlantik ittifak, Amerika’nın en önemli global ilişkisidir. Dünya güç arenasının merkezi olan Avrasya da Amerika’nın hakem rolünü oynamasını sağlayan bir sıçrama tahtasıdır. Amerika ve Avrupa bir arada, global istikrarın ekseni, dünya ekonomisinin lokomotifi, global beyin sermayesi ve teknolojik yeniliklerin çekirdeği, dünyanın en başarılı demokrasilerinin yurdudur. 
Uzun dönemde, gerçek bir siyasi birliği tamamlamış birleşmiş bir Avrupa global güç dağılımını değiştirecek ve bunun sonuçları da Sovyet İmparatorluğu’nun çökmesi kadar etkin olacaktır. 
Ancak burada anahtar kelime birleşmiştir. Gerçek politik ağırlığı olan bir birleşme henüz teşekkül etmemiştir. Böyle bir Avrupa’nın ortaya çıkması politik entegrasyon, dışa doğru genişleme ve Avrupa’nın kendi askeri ve politik kimliğini geliştirme derecesine bağlıdır. Bunlara ilişkin kararlı adımlar henüz atılmamıştır. 
Birkaç halkın birleşmesi normalde harici tehditler, ortak ideoloji, en güçlünün hegemonyası veya bütün bunların belli ölçüde kombinasyonu sonucu ortaya çıkar. Avrupa’nın birlik oluşturma çabalarının başlangıç aşamasında bu faktörlerin üçü de devredeydi: Sovyetler Birliği gerçek bir tehditti; Avrupa idealizmi 2. Dünya Savaşı’nın belleklerdeki anılarıyla besleniyordu; Fransa ise Almanya’nın artan ekonomik potansiyelini kendi politik hırsıyla dizginlemeye çalışıyordu. Ancak yüzyılın sonunda bu gerçekler önemini büyük ölçüde yitirmişti. Sonuçta Avrupa’nın Birleşme tanımının yerini “Entegrasyon” yani mevzuatın standardizasyon süreci almıştır.
Bunun açık anlamı şudur: İTİCİ GÜCÜ BÜROKRASİ OLAN BİR ENTEGRASYON GERÇEK BİRLEŞME İÇİN GEREKEN POLİTİK İRADEYİ YARATAMAZ. 
AB’nin genişlemesi de gittikçe daha karmaşık hale gelen bir prosese dönüşmektedir. Birliğe dahil olmak isteyen bir düzine civarındaki ülkeyle giriş ölçütlerini müzakere eden 200 küsur AB dairesi genişleme sürecini yavaşlatmaktadır.Bu yavaşlamada sürecin karmaşıklığı kadar üye ülkelerin isteksizliği de büyük rol oynamaktadır. 
Ancak uzun vadede genişleme kaçınılmaz bir sonuçtur.Avrupa ile Rusya arasında jeopolitik bir boşluk tehlikeli olur. Dahası, yaşlanan bir Batı Avrupa ekonomik ve sosyal durgunluğa girer. Bu yüzden bazı önde gelen Avrupa Planlamacıları AB’nin 2020 yılına kadar 35-40 üyeli bir topluluk haline gelmesini savunmaktadır. Doğaldır ki böyle bir Avrupa coğrafi ve kültürel bir bütünlük arz edecek ancak politik açıdan seyreltik olacaktır. 
AVRUPA’YA İLİŞKİN GÖZLEMLER VE BEKLENTİLER: 
1. Avrupalıların çoğu için Avrupa sevgisi diye bir şey yoktur. İnandıkları için değil, kolaylarına geldiği için sahip çıkarlar. 
2. Global anlamda AB bir ABD gibi değil, büyük bir İsviçre gibi olacaktır. 
3. Birleşme nedeni anti-amerikan düşünceler değildir. 
4. Entegrasyon bürokratik bir süreç olup birleşme ile aynı değildir. 
5. AB’nin genişlemesi, git gide artan entegrasyon olgusuyla çelişki içindedir. 
6. AB, demografik ve ekonomik nedenlerden dolayı genişlemek zorundadır.
7. 21 veya daha fazla devletten oluşan büyük bir AB içinde dış politikayı belirleme yetkisine sahip federe bir çekirdek bulunması siyasi açıdan uygulanabilir değildir. 
8.Yavaş bir genişleme süreci bürokratik entegrasyonla birleşince, ekonomik açıdan birleşmiş fakat siyasi açıdan konfedere bir Avrupa doğması olasıdır. 
9. AB’nin özerk bir askeri yetkinlik oluşturması mümkün görünmemektedir. 
10. Böylece AB, başlıca global etkinliği ekonomik ve mali sahalarda olan yeni tip bir varlık olacaktır. 
AMERİKA’NIN AVRUPA POLİTİKASI TEMEL İLKELERİ 
1. Avrupa Amerika’nın doğal ve en önemli müttefikidir. 
2. Atlantisist bir Avrupa, istikrarlı bir Avrasya dengesi için elzemdir. 
3. Yakın bir gelecekte gerçekleşmesi mümkün görünmeyen özerk bir Avrupa savunma yetkinliğine ABD karşı çıkmamalıdır. 
4. Müttefik bir siyasi birlik, NATO’nun gücünün arttırılmasından daha önemlidir. 
5.NATO müttefikleriyle konsensusa ulaşıncaya kadar ABD balistik füze savunma sisteminin konuşlandırılması kararını ertelemelidir. 
6. ABD, NATO'nun Avrupa'da genişlemesini teşvik etmeli fakat sınırları dışına taşmasını istememelidir. 
7. Avrupa’nın genişlemesi, Avrupa’nın entegrasyonundan daha fazla Amerika’nın işine gelir. 
8. Avrupa’nın genişlemesi konusunda NATO ve AB birlikte çalışıp ortak planları üretmelidirler. 
9. Her iki oluşum içine ilerde Türkiye, Kıbrıs ve İsrail dahil olabilir. 
10. NATO ve AB’ne üye alımlarında ön yargılı kısıtlamalar veya dışta tutmalar olmamalıdır. (Jeostratejik Üçlü-Zbigniew Kazimierz Brzezinski)

4 Aralık 2014 Perşembe

İNSANLARIN NE KONUŞTUĞU DEĞİL, NE ANLADIĞI ÖNEMLİDİR...

İNSANLARIN NE KONUŞTUĞU DEĞİL, NE ANLADIĞI ÖNEMLİDİR...
ve temsilci olarak Moiz''i seçerler. Ancak Moiz''in Papa ile aynı dili konuşamaması nedeniyle müzakere de konuşmak yerine sadece işaret dilinin kullanılmasını teklif ederler.

Papa kabul eder. Müzakere günü geldiğinde iki taraf karşılıklı yerlerini alırlar ve karşılıklı olarak bir süre bakıştıktan sonra Papa elini kaldırarak üç parmağını gösterir.
Buna karşılık Moiz tek parmağını kaldırır.
Papa parmaklarını sallayarak başının etrafında çevirir.
Moiz ise parmağıyla yeri işaret ederek oturduğu yeri gösterir.
Papa yanındaki çantadan bir parça ekmek ve şarap çıkartınca Moiz de bir elma çıkartır.
Bunun üzerine Papa ayağa kalkarak: "Ben pes ediyorum, Yahudiler kalabilirler" der.

Müzakere sonrasında Papa''nın etrafına toplanan kardinaller Papa''ya ne olduğunu sorduklarında Papa;
- Ben önce 3 parmağımı gösterip Kutsal Üçlüyü işaret ettim. Buna karşılık o bana tek parmağını gösterip her iki dinin de tek tanrıyı tanıdığını söyledi. Ben parmaklarımı sallayıp başımın etrafında çevirerek tanrının bizim
etrafımızda olduğunu gösterdiğimde o da oturduğu yeri işaret ederek tanrının onların durduğu yerde de olduğunu işaret etti. Ben kutsal ekmek ve şarap çıkartıp tanrının bizim günahlarımızı bağışladığını göstermek istediğim zaman da hemen bir elma çıkartıp bana ilk günahı hatırlattı. Herifin her şeye bir cevabı var. Ne yapabilirdim ki?

Aynı sırada Yahudi cemaati de Moiz''in etrafını sarmış ona nasıl başardığını soruyorlardı. Moiz:
- Önce bana 3 parmağını gösterip 3 gün içinde burayı terk etmemizi istedi. Ben de ona bir tekimizin bile ayrılmayacağımızı söyledim. Sonra bütün şehrin Yahudilerden temizleneceğini söyledi. Ben de, hiç bir yere gitmeyip
olduğumuz yerde kalacağımızı söyledim.
- Sonra ne oldu? diye kalabalık heyecanla sordu.
- Valla, sonrasını ben de pek anlamadım. Adam biraz hiddetlendi ve öğle yemeğini çıkarttı. Bunun üzerine ben de benimkini çıkarttım. Hepsi bu!...

İNSANLARIN NE KONUŞTUĞU DEĞİL

NE ANLADIĞI ÖNEMLİDİR.

YA SENİ ANLAYAN BİRİ İLE KONUŞ,
YA DA ANLAŞILMIYORSAN SUS Kİ,

KONUŞTUĞUN KİŞİYE

BİR DE KENDİNİ ANLATMAK ZORUNDA KALMAYASIN!. .

HEDEFİ GÖRMEK....

HEDEFİ GÖRMEK....
Karayı Görebilseydim...
Florence Chadwick, hem Fransa'dan İngiltere'ye, hem de İngiltere'den Fransa'ya yüzerek Manş denizini her iki yönde geçen ilk bayan yüzücüydü. Bir ideali daha vardı: Catalina Adası'ndan California sahiline kadarki 21 millik mesafeyi yüzen ilk bayan olmak... Ama bu iş hiç de o kadar kolay olmayacaktı.
Yılın en sıcak günlerinden olan 4 Temmuz'da bile, yüzeceği denizin suyu insanın bedenini uyuşturacak kadar soğuktu. Hava o kadar sisliydi ki, yüzücü kendisine eşlik eden tekneleri zorlukla seçebiliyordu. Üstelik o bölgede köpek balıkla-rına da rastlanıyordu.
Florence, soğuğa ve köpek balıklarına rağmen tam 15 mil yüzdü. Teknede bulunan annesi ve antrenörü ?Başaracaksın! Az kaldı!? diye bağırıyorlardı. Televizyonlarının başında onu seyreden milyonlarca insan, başarısı için dua ediyordu. Sonra 5 mil daha yüzdü. Hatta California sahillerine sadece yarım mil kaldı. Teknedekilerin bütün teşviklerine rağmen kendisini sudan çıkarmalarını istedi. Herkes hayal kırıklığı içindeydi. Sadece birkaç kulaçlık bir mesafe kalmışken, ba-şarılı yüzücü vazgeçmişti.
Florence Chadwick, daha sonra başarısızlığının nedenini şöyle açıkladı:
?Önümde hiçbir şey göremiyordum. Karayı görebilseydim, başarabilirdim!?
Onu durduran ne soğuk, ne on altı saat süreyle kulaç atmanın yorgunluğu, ne de köpek balıklarıydı. Başarısızlığına hedefini görememesi neden olmuştu!

Rusya ile Yaşamak ; ABD AÇISINDAN RUSYA'YA BAKIŞ !!!!

Rusya ile Yaşamak ; ABD AÇISINDAN RUSYA'YA BAKIŞ !!!!
Avrasya mega-kıtasının istikrarı açısından Rusya'nın da genişleyen transatlantik topluluğa git gide dahil edilmesi, uzun dönemli ABD stratejisinin vazgeçilmez bir bileşkesidir. Sabır ve irade gerektiren bu süreçte Ruslarda gerçek bir demokrat ve Avrupalı ulus-devlet olmanın Rusya'nın kendi menfaatine olacağı konusunda ikna edilmelidirler.
Belli başlı Avrasya gruplarından (AB, Rusya, Çin ve Japonya) yalnızca Avrupa ve Japonya uluslararası istikrarın öneminin tam anlamıyla bilincindedirler. Çin ve Rusya ise global gücün dağılımında değişiklik arzu etmekle birlikte hem kendi yetersizliklerinin farkındadırlar, hem de Batı ile işbirliğinin kendi çıkarlarına olduğunu bilirler.
Rusya ve Çin'i uluslararası işbirliği yapılaşmalarına dahil edebilmek için iki tane Avrasya güç üçgeni oluşturulup zaman içinde birbirleriyle doğrudan ilişkilendirilmelidir. Bu üçgenlerden biri ABD-AB-Rusya; diğeri ABD-Japonya-Çin'dir. Bu bağlantının etkin olabilmesi için Rusya'nın yapıcı biçimde angaje olması şarttır.
Rusya'da bu transformasyonu tek başına ABD veya Avrupa sağlayamaz. Rusya'nın bu idraki kendi içinden gelmelidir: tıpkı 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküp modern Türk Devleti'nin doğuşu gibi. Fakat Avrupa ve Amerika bu dönüşüm sürecini destekleyip hızlandırabilir.
20 yıllık komünist yönetim Rusyaya harap bir tarım, geri hatta ilkel bir sosyal alt yapı, geri bir ekonomi, berbat bir çevre ve azalan bir nüfus miras bırakmıştır. Sorunların hepsi de devasa ve uzun solukludur. Rusya'nın global statüsünün bugün hiçbir sağlam temeli kalmamıştır. Bitişiğindeki Çin onla kıyaslanamayacak kadar daha iyi durumdadır. 1992 -1999 arasında doğrudan sermaye yatırımı olarak Çin'e 350 milyar $, Rusya'ya 12 milyar $ girmiştir. Kendisinden çok küçük Polonya'ya yalnızca 1999 yılında 8 milyar $ yabancı yatırım girişi olmuştur. Dış yatırımların bu kadar küçük olmasının başlıca nedeni Rusya'nın uluslararası ekonomik imajının zayıflığıdır. 1999 Global Rekabetçilik Raporundaki 59 ülke sıralamasında Rusya'nın yeri 59.cu yani son sıradadır. Yolsuzluk sıralamasında ise 99 ülke arasında 82. sıradadır.
Avrupa'dan Japonya'ya iki yanındaki komşularının zenginliğinin yarattığı kıskançlık bir yana, Rusya Güneyden de endişelidir. Rusya'nın Güneyinde 9 ülkede toplam 295 milyon Müslüman yaşamaktadır. Bu rakama yüzü Avrupa'ya dönük 65 milyonluk Türkiye'nin nüfusu dahil değildir.
Rusyaya yeniden saygınlık kazandırmak isteyen Putin, doğru bir tahlille Batı ile açık bir düşmanlığa girmekten kaçınmaktadır. Gerçekten de Amerika'yı anti-islam bir ittifaka çekmek Rusya'nın lehinedir. Başkan Clinton'un 1995 ve 1999 da kolayca anti-çeçen kampına çekilmesi bunun bir işaretidir.
Putin'in esas hedefi güçlü bir Rus Devletini geri getirmektir. Bugünkü Rus yönetimi, Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra ortaya çıkan bir düzine kadar yeni bağımsız devletin yeniden tek bir emperyal devlet haline gelemeyeceğini bilmekle beraber milli güvenlik ve dış ekonomik ilişkiler gibi kilit alanlarda bu devletleri Rus egemenliği altına almak istemektedir.
Rusya'nın Jeopolitik Durumuna İlişkin Tespitler :
1. Rusya ekonomisi Amerika'nın yaklaşık onda bir büyüklüğünde olup, sınai tesislerinin yaşı OECD ortalamasının üç katıdır.
2. 70 milyon Rus, ABDde ölçülen en yüksek değerin beş katı daha kirli şehirlerde yaşamakta olup, Rusya'da tüketilen suyun %75i sağlığa zararlıdır.
3. Rusya'da son zamanlarda gerçekleşen doğumların yalnızca %40 ı tam sağlıklı bebeklerle sonuçlanmıştır.
4. Rusya'nın doğu komşusu Çin'in nüfusu 1.2 milyar, batıda AB'nin 375 milyon, güneydeki Müslümanların 300 milyondur.
5. Rusya'nın 1990 da 151 milyon olan nüfusu 1999da 146 milyona düşmüştür.
6. Çinin ekonomisi Rusya'nın 4 katı büyüklüktedir. Son on yılda Çin'e giren yabancı sermaye Rusya'nın 30 katı olmuştur. AB ekonomisi Rusya'nın 10 katı büyüklüktedir.
7. Komünizmden kurtulan orta Avrupa'nın aksine, Rusya'da bugünkü siyasi elit, KGB - ordu yöneticileri ve eski bürokratlar ile kriminal oligarşi arasındaki ittifaktan oluşmaktadır. Rusya'nın şu anki bütün üst düzey yöneticileri, eski Sovyetler Birliği hala duruyor olsaydı yine yönetimde olurlardı.
8. Mevcut Rus hükümeti, esas hedeflerinin demokratik reform değil, Rus gücünün yeniden kazanılması olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
9. Eski Sovyet ülkeleriyle ilişkilerinde serbestçe hareket edebilmesi için Rusya batıdan hoşgörü beklemektedir.
10. Demografi ve coğrafyadan doğan sorunlar ileride çatışmalara yol açabilir.
Stratejik Rehber :
1. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden alınacak dersler Rusya'nın bugünkü ikilemleriyle yakından ilişkilidir.
2. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünü takiben Türkiye'nin kendini yeniden tanımlaması, reformcu bir kritik kitlenin (bir değişimi gerçekleştirmek için gereken asgari sayı) varlığı ve Batının daha sonra bunu kabullenmesi sayesinde gerçekleşmiştir.
3. Gelecek kuşak Rus liderleri de Batıdan yana tavır koyan, kararlı bir kritik kitleyi oluşturabilir.
4. Bunu sağlamak için Batının mali yardımı münhasıran demokratik görüşlü yeni bir elit tabakanın geliştirilmesine odaklanmalıdır.
5. Putin rejiminin desteklenmesi, Rusya'nın demokratik, Avrupaya yakın, milli bir Rus devletinin doğuşunu geciktirmekten başka bir işe yaramaz.
6. Yeni bağımsız devletlerin desteklenmesi, Rusya'nın yeniden tanımlanmasına yardımcı olacaktır.
7. AB ve NATO, Rusya'nın da ilerde üye olmasını Rusya'ya resmen teklif etmeli ve Kaliningradın özel bir AB statüsü kazanması konusu da dahil olmak üzere üyelik esaslarını müzakere etmelidirler.
8. Bu arada AB ve NATO nun genişleme süreci sürdürülmeli, böylece Rusya'nın hemen batısındaki ikircikli durum ortadan kaldırılmalıdır.
9. Daha yakın bir NATO - Rusya ilişkisini içeren bir kıtalar ötesi güvenlik diyaloğu ilerde iki ana Avrasya güvenlik üçgenini birbirine bağlayabilir.
10. Etkin bir ilişki tek taraflı bir ilgi ile değil, Rusyanın tek seçeneği batı ile yakınlaşmak olacak şekilde bir jeopolitik kararlar dizini almak suretiyle gerçekleşebilir.
(Jeostratejik Üçlü-Zbigniew Kazimierz Brzezinski)

3 Aralık 2014 Çarşamba

Neler oluyor,kimler neyin peşinde ??

Yakın tarihe bakacak olursak, barış ve medeniyet getirecekleri iddiasıyla girdikleri Afganistan’da 2001 yılından bu yana her iki taraftan olmak üzere toplamda askeri olarak yaklaşık 14.200, sivil yaklaşık 30.000 kişi öldü.
 Her gün yeni çatışmalar ve patlayan bombalarla her hafta 10 larca kişi ölmesine rağmen artık medyada haber bile olmuyor. Ayrıca, ülkede Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suçlar Ofisi'nin (UNODC) tahminlerine göre; GSMH'nın %52'si uyuşturucu ticaretinden sağlanmaktadır ki, bu da yıllık 2.7 milyar dolar yapmakta, Afgan komutanları ve çeşitli milletler tarafından desteklenen siyasi olarak güçlü adamlar, ülkedeki birçok kaçırma, tecavüz, hırsızlık ve haraç gibi suçlardan sorumlu tutuldukları gibi siyasi organizatörler ve gazeteciler Afgan ordusu veya polisi tarafından ölümle tehdit edilmekte, diğer yandan da yok edilmesi amacıyla müdahale edilen Taliban ülkede tersine güçlenmeye başladığı gibi El Kaide de tüm dünyaya açılım sağladı. 
Şimdi de sanki yapılan operasyon başarı sağlamış gibi çekilme kararı alındı. Peki geride ne kalacak, Afganistan Terör Devleti..

Libya ; müdahaleden sonra her iki taraftan olmak üzere toplamda askeri olarak yaklaşık 25.000, sivil yaklaşık 30.000 kişi öldü, 4.000 kişide kayıp.Yine aynı şekilde her hafta 10 larca kişi ölmesine rağmen artık medyada haber bile olmuyor. Ülkede doğru dürüst hakim bir yönetim olmadığı gibi korkulduğu iddia edilen El Kaide bu ülkeye de yerleşti. Sonuçta oluşacak nedir ? Libya Terör Devleti.

Irak ; her iki taraftan olmak üzere 2007 ABD raporlarına göre işgal öncesi ve sonrası toplamda askeri olarak 14.506, sivil 34.637 kişi öldü, 4.000 kişide kayıp.Yine aynı şekilde akan kan durmamakta her ay 1.000 civarında kişi ölmesine, bombalar patlamasına rağmen artık medyada haber bile olmuyor. 
Ayrıca ülkeye hakim bir merkezi hükûmetin olduğu da söylenemez. Ülke kargaşa içinde, ancak bu ülkenin gidişatında bir terör devleti kurulacağı kanaatinde değilim. Ülkedeki enerji kaynaklarının bolluğu nedeniyle bu ülke üzerinde daha ince hesaplar yapılıyor. 

Suriye ile ilgili rakamlara hiç girmeyeceğim sıcak çatışmalar herkesin malumu.. Buraya da El Kaide yerleşmeye başladı. Ancak, bu ülkenin de dahilinde bulunduğu stratejik durum nedeniyle burada da bir terör devleti kurulacağı kanaatinde değilim.
Afrika ülkelerine bakacak olursanız şikâyetçi olunan El Kaide ve uzantısı terör örgütleri buralara da yerleşmiş ve gittikçede güçlenmekteler.

Dikkat edilecek olursa, uluslararası güç odakları gerek stratejik öneme sahip, gerekse sahip bulunduğu hammadde ve yer altı zenginlikleri nedeniyle Ortadoğu, Afrika ve uzak doğudaki bu ülkeleri kasıtlı bir şekilde izlediği politikalarla, yaptığı-yaptırdığı müdahalelerle özellikle geri kalmasını, bu ülke halklarının da açlık sınırının bile altında gelişmeden sömürülmektedirler. 
Biz ne kadar hassas ve hüzünlü bir şekilde olaylara yaklaşımda bulunursak bulunalım, bu güç odaklarının gözünde 500 kişi yada 50.000 kişinin ölmesinin hiçbir önemi yoktur. 
Onlar yalnızca menfaat hesaplarına bakarlar. Mısır konumu nedeniyle ne kadar önemli olursa olsun, iyice yıpranması için kaos ortamını devam ettirebildikleri kadar ettireceklerdir.
Uluslararası güç odakları kendi menfaatleri için sömürü düzenini kurarken çok önemli bir şeyi göz ardı ettiler. Sömürdükleri halkları yaşadıkları ülkelerde menfaat ve iktidar kudreti sağladıkları belirli ailelerin ve liderlerin kontrolü altında ilelebet tutabileceklerini hesaplıyorlardı. 
Ancak, umudu kalmamış, devamlı ezilen kaybedecek bir şeyleri kalmayan, düzgün aile yapıları olmasına rağmen seve seve canlı bomba olan bu sömürülen halklara ait bireyler artık onları kendi ülkelerinde rahatsız etmeye başlayacaklardır. Medeni ülkelerinde, sıcak yuvalarında nereye kadar kendilerini koruyabilecekler. Yakında kozasında oluşumunu tamamlayıp çıkacak Libya-Afganistan gibi terör devletlerinden kendilerini nasıl koruyacaklar. Unutmayalım ki Libya hemen diplerinde yer almakta…
ACABA, biz onların bugünleri hesap etmediklerini düşünerek büyük bir yanılgı içinde içindemiyiz ?

Yoksa, barış için planlanıp-üretildiği iddia edilen veya Çin,Rusya ve İran için planlanıp-üretildiği iddia edilen FÜZE KALKAN ÜSLERİ (belirli bir bölgeyi kontrol altında tutabildiği için) bugünler hesaplanıp ortaya çıkabilecek terör devletleri mi hesaplanarak üretildi.

Unutmayalım ki, görünmeyenler daha gerçektir, gerçek hiçbir şekil ve surette gösterilmez.


Böl, parçala, yok et…

Böl, parçala, yok et… Hiçbir zaman güncelliğini yitirmeyen felsefe ve yöntem.. Kendimizi fiziki manada görmek istediğimizde en fazla ne kadar görebiliriz ? Yükselerek bakmaya başlayalım, yükseldikçe uzaya doğru çıkar, bir süre sonra ise nokta halinde bile göremez ve kaybolur gideriz. Yeryüzüne yaklaştıkça da insanla ilgili farkındalığımız artar ve onu fark etmeye başlarız. Sıralama olarak bakarsak ; birey, aile, sülale,aşiret, tarikat, mezhep, millet, devlet, ırk, din, milletler topluluğu, devletler topluluğu gibi bir sıralamayla bireyden birliğe doğru yönlendiriliriz. 
İnsanlığın ilk ortaya çıkışından itibaren her zaman ve her koşulda “BİRLİK” hedef gösterilir ve birey o cazip hedefe ulaşmak için çırpınıp durur. Ancak, aslında O’ na bu hedefi gösterenler gerçekte asla bu hedefe ulaşmasını istemez, tam tersine ulaşmak istediği “BİRLİK” yolunda ki her kademesinde, “böl, parçala, yok et” sistemini uygulayarak O’nu hedefinden uzaklaştırır. Yukarıda belirttiğim sistem belirli çıkar çevreleri tarafından hiçbir toplum ve devlet ayırt edilmeksizin uygulanır, neticede herkes bu çevrelere hizmet etmiş olur.
Dünyamızı bir vücut, bir beden olarak kabul edecek olursak, yeryüzünde yer alan her toplum bir şekilde, bir zincirle bu bedene bağlanmış durumdadır. Kendini medeniyetin temsilcisi olarak kabul etmiş batı dünyası, türlü oyun ve uygulamalarıyla bizzat cehalete ittiği ve cehalete mahkum bırakmaya çalıştığı Müslüman toplumları, birbirlerini öldüren, devamlı kaos ve kargaşa çıkartan toplumlar olarak işlediği gibi ayrıca 11 Eylül saldırılarından sonra yaptığı islamofobi kampanyaları ile terör odağı ve terörist olarak lanse ederek İslam'ı Batı için bir potansiyel düşmanlık odağı olarak lanse etmiştir.
 Neticede, geri bırakılmış ve cehalete düşürülmüş Müslüman toplumlar “din zinciri” ile bedene bağlanmıştır. Söz konusu zincir oynatıldığı anda ise Müslüman toplumlar çırpınıp derhal öfkelenmekte ve türlü olayların odağında yer almaktadır. Bilindiği üzere öfke ortaya çıktığında, akıl ortamı terk ederek bireyi ve öfkeli bireylerden oluşan öfkeli toplumu hataya düşürür. Burada din faktöründen bahsederken mezhep gibi alt uygulamaları da kapsadığını belirtelim.
 Dolayısıyla, büyük toplumlar ve devletler olarak çatışmalara bile gerek kalmadan aşiret, kabile gibi grupları çatışma ve kaos ortamına düşürdüklerinde bile amaca ulaşılmaktadır. 
Peki şimdi de batı dünyasına bakalım… Medeni, gelişmiş, uygar olarak kabul edilen Avrupa ülkeleri hangi zincirle bedene bağlıdır. Batı dünyasının din faktörünün değil, maddiyata bağımlı, refah ve alıştığı hayat koşullarından vazgeçemeyen kısaca kurulu düzeninin bozulmasından asla ödün vermek istemeyen bireylerden oluşan toplumlar olduklarını görürüz.
 Avrupa’da yer alan ekonomik kriz neticesinde İspanya, Portekiz, Fransa, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde insanların nasıl sokaklara dökülüp kaos ortamı çıkardıklarını unutmayalım. Daha iyi koşullara, daha büyük güce ulaşacakları düşüncesiyle kendilerine gösterilen “birlik” hedefine ulaşmak için Avrupa Birliği’ni kurdular. Ancak, Avrupa toplumları, kurduklarını sandıkları birlik nedeniyle (ortak para birimi, Avrupa Merkez Bankası gibi) ekonomik ve sosyal olarak bir birbirine o kadar bağlandılar ki, zayıf noktalarını göremediler. Birliğe üye her hangi bir devlette oluşacabilecek olumsuzlukların ve neticesinde ki sosyal patlamaların tüm birliği etkileyebileceğini, kendilerinin geri bıraktıkları ülkelerde uyguladıkları “böl,parçala, yok et” ilkesinin bir gün kendilerine de uygulanabileceğini hesap edemiyorlar, edemediler. 
Nitekim, olumsuz ekonomik koşullar nedeniyle, alıştığı refah ve hayat koşulları zinciri ile gövdeye bağlı bulunan Avrupa’ lıların bu zincir oynatıldığında nasıl öfkelenip, akıl uygulamalarından uzaklaşıp, şimdiye kadar yalnızca basit örneklerini gördüğümüz sosyal patlamalar içine düşüp sokaklarda nasıl kaos yarattıklarına şahit olduk. İslam ülkelerinde din faktörünü kullanılarak oynatılan zincir nedeniyle oluşan kaos ortamlarının, bir gün kendi zincirleri oynatıldığında nasıl bir kaos ortamına düşebileceklerini, bırakınız birliği, devlet aşamalarını bile kaybedip birey kademesine kadar düşebileceklerini hesap edemiyorlar. 
Unutulmasın ki, kriz bitmedi, bitmesi de matematiksel olarak aslında mümkün değil. Avrupa Merkez Bankası’nı finanse eden Almanya alacağı bir kararla, yaptığı destekteki azaltma bile basit manada ilk olarak Yunanistan’ın çöküşüne sebep olacaktır. 
Devam edelim; Yunanistan bankalarının tahvillerine en üst neredeyse gömülmüş bulunan İtalya ve Fransa ardından, Belçika sonrasında Avrupa Merkez Bankası’na olan taahhütlerini yerine getiremeyerek iflasa sürükleneceklerdir. Bu sonucu yıllar öncesinde görebilen tek ülke her zaman ki gibi İngiltere, ortak para birimine dahil olmadığı gibi birlik sözleşmesini de çekinceler koyarak imzalamış ve kendini bu sondan uzak tutmaya çalışmıştır.
 Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar bu sondan uzaklaşmaları mümkün değildir. Çünkü, bir yandan arap ülkeleri ile olan sıkı bağları nedeniyle kendisi ucuz almasına rağmen, ürettikleri petrolü yüksek fiyatlara çektirerek her konuda ham madde sıkıntısı çeken Avrupa’ ya daha yüksek fiyatlarla sattırarak üretim maliyetlerinin yükselmesine sebep olarak ABD’de SON’ u hazırlamamış ve katkıda bulunmuştur. 
Gerek üretim maliyetleri nedeniyle, gerekse Pazar paylarını kaybetmeleri nedeniyle batı dünyası içinde yer alan Avrupa adım adım kendi sonuna yaklaşmaktadır. Bu aşamada medyada yalnızca izledikleri Ortadoğu’ daki kanlı manzaraların ve kaos ortamının bizzat aktörleri olduklarında ve oyun kendi sahalarında oynandığında yaşayacakları pişmanlık ve hüznü şimdiden düşünmenizi isterim. 
Bu günler çok uzak günler değil, uluslar arası ekonomistlere göre zaten dünya ekonomisi kâğıt üzerinde çökmüş durumdadır. İstenen bir ülkede zincirlerinin oynatılması o ülkenin çökmesine yetecektir. SON, YALNIZCA ZAMANLAMA MESELEDİR. ZAMAN NE ZAMAN, YALNIZCA KARAR ANI BEKLENMEKTEDİR…

AYDINLIĞIN BAŞLANGICI, KARANLIĞIN EN YOĞUN OLDUĞU ZAMANDIR...

 Dünyanın geleceğinde enerji sıkıntısını halletmiş, teknolojik üstünlüğe sahip, hammadde sıkıntısı bulunmayan ve neticesinde ekonomik olarak üstünlüğe erişmiş ülkeler söz sahibi olacaktır. 
Bu nedenle görüntüde islamofobi, demokratik adımların atılması, arap baharı gibi sebeplerle bir kaos ve kargaşa ortamı gözükse de altında yatan, yukarıda bahsi geçen söz sahibi olma hazırlığı içinde olan ülkelerin bu coğrafyalarda kapışmasıdır. Bilindiği üzere el değmemişleri de dahil yeryüzündeki enerji ve hammadde kaynaklarının çoğunluğu Afrika ve Ortadoğu’ da yer almaktaydı ve almaktadır. 
NETİCEDE; taşlar yerine oturmadan kaos ortamının süreceği kesindir. Ortadoğu’da dikkat edildiğinde üç ülke öne çıkmaktadır. Türkiye, Mısır ve İran.. Ayrıca, Ortadoğu’ da geçmişten gelen yaygın bir tümce var idi. “Türkiye, Ortadoğu’nun abisidir, ancak son sözü Mısır söyler”. Var idi, diyorum, çünkü Mısır’a son yıllardaki gelişmelerle bu özelliğini kaybettirdiler. 
Yine de gerek Süveyş Kanalı’nın kontrolünde olması, gerek sahip olduğu değerler, gerekse konumundan ve geçmişinden kaynaklanan değerleri nedeniyle stratejik öneme sahip bir ülke özelliğini Mısır halen de korumaktadır. İran ise önemine rağmen gerek olumsuz yaklaşımları, gerekse olaylara yaklaşımındaki gidiş-gelişler nedeniyle güven vermemektedir. O nedenle tüm dikkatler ve oyun kurucular Türkiye üzerine odaklanmışlardır. 
Türkiye, son yıllarda Afrika’nın ve Ortadoğu’nun stratejik öneme sahip ülkeleri başta olmak üzere ayrıca, enerji ve önemli yer altı kaynaklarına sahip (özellikle petrol ve uranyum) ülkelerle sıkı ilişkiler geliştirmeye ağırlık verdi. Türkiye’nin bu tarz ilişkilere ağırlık vermesi ilk değildir. Yakın tarihimize bakacak olursak Sultan Abdülaziz; kendi çağında denizlerde ki İngiliz hakimiyetine karşı koyabilmek için yeni bir donanma yapılmasına başlatmış, ancak borçlanarak bitirmiş olmasına rağmen türlü masa oyunları neticesinde tahtından olurken yeni donanmada Haliç’te çürümeye bırakılmıştır. 
Devrin en büyük projesi ise Sultan’ın, Mısır Valisi Said Paşa’ya talimat vererek Süveyş Kanalı Projesi’ni hayata geçirmesi olmuştur. Fransız mühendis Ferdinand de Lesseps'e 1854'te hazırlatılan proje tüm maddi kaynaklar seferber edilerek hatta borçlanılarak hayata geçirildi ve İngilizlerin tüm baskılarına rağmen tamamlandı. Süveyş Kanalı ile denizlerdeki hakimiyeti nedeniyle ticareti kontrolünde bulunduran İngilizler’in hakimiyetine son verilmesi planlanmıştı.
Süveyş Kanalı’nı kullanmadan ticaret mümkün olamayacağından, uluslar arası ticaretin kontrolü yeniden Osmanlı Devleti’nin eline geçecekti. Ancak, gerek yeni donanma, gerekse Süveyş Kanalı projesi borçlanılarak hayata geçirilmeye çalışıldığından, aynı dönemde bir de, başta Kırım Savaşı olmak üzere süregelen muhabereler de olunca, mali yük ve siyasi krizler kaldırılamayarak kanal İngilizler’in eline geçti. 2. Abdülhamit döneminde, Sultan tarafından bugün de halen geçerliliğini koruyan tüm bölgenin petrol haritası çıkartılmış, ayrıca da Hicaz Demiryolu projesini hayata geçirilmiştir..
 Söz konusu demiryolu aynı zamanda Kızıldeniz’e paralel uzanan bir demiryolu olması nedeniyle tüm enerji hattının kalbine kadar giden bir ulaşım hattı olmuştur. Çünkü, enerji hattı özellikle Kızıldeniz’in girişinde bulunan ve Afrika’nın boynuzu olarak tabir edilen Somali’den başlıyor, tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı kapsıyordu. 
Dolayısıyla, Somali’de ve Süveyş Kanalı’nda kurulan bir hakimiyet, enerji hattını kontrol altında tutmak ve güçlü bir devlet olduğunuzda da enerjinin kontrolünüz altına girmesi demektir. Son yıllarda Türkiye’nin yeniden bölgeye inmek istemesi ve özellikle Mısır ve Somali üzerinde yoğunlaşmasının sebebi de budur. 
Sanayisi hızla gelişen, 80 milyona dayanmış genç nüfusuyla gittikçe daha çok enerjiye ihtiyacı olan ülkemizin hali hazırda ki gaz ve petrol harcaması yıllık 60 Milyar USD’ dır. Gerek Kuzey Afrika ülkeleri (özellikle yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı MISIR), gerek Somali, gerekse Katar gibi ülkelerle hatta riske oynayarak sıkı ilişkiler içine giren bir Türkiye görüyoruz. Katar ile kurmak istediği enerji nakil ve satış hattı Katar-Suriye hattından geçecekken Esed’in, Rusya ve İran’ın etkisinde kalarak son anda kararından dönüş yapması nedeniyle Türkiye büyük zarara uğrayarak planlarını yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı. 
Türkiye’nin Somali üzerinde kurmaya çalıştığı ağırlık üzerine Somali’deki Türkiye Elçiliği’nin ek binasına yapılan bombalı saldırı nedeniyle, Türkiye’ye gözdağı verilmeye çalışıldı. Irak’ta, Maliki üzerinden Rusya, Çin ve İran tarafından Türkiye’ye baskı kurulmaya çalışılıp enerjiden uzak tutulmaya çalışıldığında ise Türkiye’de Barzani ve Kürtler’le görüşmeler başlattı. 
Bu görüşmeler neticesinde Türkiye, Esed yüzenden rafa kaldırmak zorunda kaldığı Katar-Suriye boru hattını Katar-Irak üzerine çevirmeyi de hedeflemektedir. Mısır’da yaptırılan darbe, Türkiye’nin bir yandan özel sektör yatırımları, bir yandan da siyasi bağlantılarla Mısır ve Kuzey Afrika’da kurmaya çalıştığı gelecekle ilgili plan ve projelerine görüldüğü üzere büyük zarar vermiştir.
 Ayrıca, stratejik öneme sahip ülkelerde meydana gelen büyük çaplı olaylar özellikle petrol fiyatlarında büyük artışlara sebep olmakta, bu sonuçta güç odaklarının servetlerine ve güçlerine güç katmakta, gelişmekte olan ülkelere de darbe indirmektedir.
 1973 yılında 1.80 USD olan varil fiyatının, Arap-İsrail Savaşı, İran’daki rejim değişikliği, Irak-İran Savaşı, İkiz Kulelere saldırı, İsrail’in-Lübnan’a saldırısı, Lehman Brother's ın batışı gibi sebeplerle inişli-çıkışlı hareket ederek, 2012 yılında 120 USD’a kadar çıkıp, 2013’te 100 USD civarında hareket etmesi, Türkiye gibi enerji ithal eden ülkelerden, ihraç eden ülkelere para akmasına neden olduğu gibi gelişmekte olan ülkelerde ekonomilerin de bir türlü rayına oturmamasına sebep olarak, enflasyon > maliyet artışı > işsizlik > ve neticesinde ödemeler dengesinin bozulması kısaca cari açığa sebep olmaktadır. Genelde de, petrolün fiyatı her arttığında tek kazanan petrol üreticileri ile kazandıkları parayı yatırdıkları ABD olmakta iken son yıllarda kazananlar kervanına Rusya ve Çin’de katıldı. Dolayısıyla dünyadaki tüm kavga ve siyasi hesaplar, her zaman belirttiğimiz gibi enerji ve ekonomi üzerinde dönmektedir. Okyanuslarda ve denizlerde petrol çıkarma maliyeti varil başına 15 USD iken yukarıda belirttiğimiz bölgelerde varil başına 1 USD’dır. Bu bile bölge üzerinde güç odaklarının hesaplar içinde olmasına, kan akıtılmasını bile göze almasına yeterli bir sebeptir. 
Güçlenen ve Türkiye’nin etkisi altında bir Mısır’ın ortaya çıkması; İsrail açısından kötü bir stratejik pozisyon yaratacağı gibi, hali hazırda Mübarek zamanında neredeyse bedavaya yakın bir fiyata Mısır’dan petrol satın alan Mursi’nin iktidara gelmesi ile bu avantajını kaybeden ABD ve İsrail açısından aynı zamanda çok büyük ekonomik kayıplar da oluştu. Bu yüzden de darbe bu ülkeleri rahatlattı. Yine, 
Dünyanın en büyük petrol rezervine sahip ülkeleri arasında başı çeken Suudi Arabistan, İran, Irak, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin, Mısır olayları sonrasında servetleri, katlanarak arttı. 5 Arap ülkesinin rezerv değeri, 7.5 trilyon dolar artış gösterdi. Bu ülkelerin servetlerindeki artışlar nedeniyle çeşitli hesaplar içinde olarak, Mısır’da ki darbeye maddi ve manevi destek vermesi, hatta akan kanı bile görmeye çalışmamaları için yeterli bir sebeptir.  
Yukarıda çizdiğimiz tablo karanlık görünse de,Türkiye gelinen bu noktadan sonra tüm dengeleri gözeterek, tarihin her zaman tekerrür ettiğini unutmayarak, gelecekte şekillenen yeni dünya düzeni hesaba katarak alacağı akılcı kararlarla müthiş bir kazançla çıkarak gelecekteki Büyük Türkiye Devleti’ni oluşturabilir.
 UNUTMAYALIM Kİ, AYDINLIĞIN BAŞLANGICI, KARANLIĞIN EN YOĞUN OLDUĞU ZAMANDIR...